Paylaş
Yazı 3 Ekim tarihli ve “AB Zirvesi kararlarında bardağın hangi tarafına bakmalıyız” başlığını taşıyor. Bardağın boş tarafı da var, dolu tarafı da...
Galiba önceki akşam alınan kararlar da ana hatları itibarıyla geçen ekim ayında şekillenmiş olan bu denklemi önemli ölçüde tekrarlıyor; bazı yeni unsurlar içermekle birlikte... Bütün mesele, terazinin iki farklı kefesindeki olumlu ve olumsuz unsurlara nasıl bakmamız gerektiği sorusunda düğümleniyor.
En doğrusu, tek bir tarafa odaklanmak yerine ikisini de aynı bütünün parçaları olarak görmek olmalıdır.
*
Buradan hareketle, öncelikle Türkiye ile AB arasındaki ilişkinin işleyişinde kendisini tekrarlayan bir kalıbın yerleşmeye başladığını söyleyebiliriz.
Şöyle bir kalıp: Her zirveden önce gerilim yükseliyor, kriz beklentisi yayılıyor, karşılıklı eleştirilerin dozu yükseliyor, Türkiye son anda bazı sürpriz adımlar atarak müzakereleri etkilemeye çalışıyor, bu arada Türkiye’ye sert yaptırımlar uygulanmasını talep eden AB üyeleriyle Ankara cephesinde yapılan bazı işlere tepki duymakla birlikte bir kırılmanın yaşanmasını da istemeyen üyeler arasında beliren ikilik iyice belirginleşiyor, nefesler tutuluyor ve...
Almanya’nın başını çektiği kanadın ağırlığını koymasıyla Türkiye ile iplerin kopmasını önleyecek bir orta yol formülü bulunuyor. Derin bir nefes alınıyor, biraz daha zaman kazanılıyor.
*
Bu ana akışı bütün heyecanı ve dramatik öğeleriyle birlikte bir kez daha izledik. AB içindeki aynı ayrışma bu kez daha keskin çizgiler ve daha sert söylemler üzerinden tekrarlandı. Hatta kendisini destekleyen kanatta Türkiye’ye dönük eleştiri dozu biraz yükseldi.
Ayrıca uzlaşıya varılması daha uzun bir zaman aldı. Gelinen noktada A) Hem Türkiye’ye karşı yaptırım kartını kontrollü bir şekilde bir adım ileri götüren, B) Hem de Türkiye belli beklentilere karşılık verdiği takdirde AB ile ‘pozitif gündem’ üzerinden ilerleme taahhüdünü içeren iki boyutlu bir sonuç çıkmıştır.
Bu sonuç, zirvede Türkiye’nin canını yakacak ölçüde sert önlemler alınmasını talep eden aktörlerin beklentilerinin oldukça gerisinde kalmıştır.
Bir kez daha görülmüştür ki, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ve yakın coğrafyasındaki bazı hamleleri ne kadar tepki yaratırsa yaratsın, sonunda AB’nin iradesi Türkiye ile ilişkinin geriye gitmemesi, diyaloğun sürdürülmesi yönünde tecelli etmiştir.
Türkiye ile köprüleri atmanın maliyetinin göze alınamayacağı bir kez daha sınanmış olmaktadır. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in de toplantı başlamadan hemen önce AB zirvesi bağlamında Türkiye’yi destekleyen bir açıklama yapması, aslında bu bakışın Batı dünyası içinde farklı düzlemdeki bir yansımasıdır.
*
AB’deki iradeden söz ederken projektörlerimizi yine Almanya lideri Angela Merkel’in oynadığı belirleyici role çevirmeliyiz. Kuşkusuz, İspanya, İtalya başta olmak üzere daha birçok ülkenin de Türkiye’yi AB’nin yakınında tutma çizgisini desteklediğini göz ardı etmemeliyiz.
Başını Fransa’nın çektiği, Yunanistan, Kıbrıs Rum Yönetimi (KRY), Avusturya gibi ülkelerin yer aldığı blokun sertlik yanlısı beklentileri karşılıksız kalmıştır. Ancak AB’de kararlar oybirliğiyle çıktığından bir uzlaşı sağlayabilmek açısından bu cephenin sınırlı da olsa belli kazanımlar elde etmesi yönünde bazı adımlar atılmıştır.
Altı çizilmesi gereken bir gelişme, AB’nin bir zirve kararında Türkiye politikasını formüle ederken ABD’yi de yanına almak istemesidir. Trump yönetimi ile yaşadığı dört yıl süren belirsizliğin ve yorgunluğun ardından ABD ile transatlantik diyaloğunu yeniden canlandırmak isteyen AB, Türkiye dosyasını yeni Biden yönetimi ile işbirliği yapmak istediği alanlardan biri olarak seçmiştir.
Bu çok önemli bir ilktir. Zirvede alınan kararlara göre, AB, Doğu Akdeniz’deki durumu ve Türkiye ile ilgili konuları ABD ile koordine edecektir. Böylelikle, Türkiye ile ilişkisini yürütürken ABD’yi de yanına çekme çabasına giriyor. ABD ile AB arasında bu yönde bir senkronizasyona girilmesi, Ankara’nın da Batı karşısında daha bütüncül bir stratejiye yönelmesini gerekli kılacaktır.
*
Evet, AB zirvesi Türkiye ile bir tırmanmaya girmekten uzak durmuştur. Ama madalyonun bir de diğer yüzüne bakalım. Buradaki çıkar denklemi tersinden de geçerlidir. Türkiye de zaman zaman sertleşen söylemine karşılık, AB ile bir kopmaya girmekten kaçınmaktadır. Muhtelif alanlarda çıkarlarını gözetmek, pozisyonlarını öne sürmek açısından Ankara’nın yaptığı hamleler tansiyonu yükseltse de, işlerin uçurumun kenarına yaklaştığı bir noktada krizden çıkışın önünü aralayacak adımlar da pekâlâ atılabilmektedir.
Örneğin, son zirve öncesindeki kritik bir hamle Oruç Reis sismik araştırma gemisinin 30 Kasım’da Antalya Limanı’na dönmesidir. Oruç Reis ekim zirvesinden önce de bakım gerekçesiyle limana çekilmişti. Bu kez “10 Ağustos’ta başladığı Demre sahasındaki iki boyutlu (2B) sismik araştırmalarını tamamladığı” için döndüğü açıklanmıştır.
Türkiye’deki karar vericiler, AB ile yaşanacak bir kopmanın ekonomi ve dış politika dahil her alanda yol açacağı sonuçları tartmak durumundadır. AB ile ilişkileri yokuş ayağı giden bir Türkiye’nin ABD’deki yeni Biden yönetimi, Rusya lideri Vladimir Putin ve bölgedeki bütün aktörler karşısındaki pazarlık kartları da zayıflamış olacaktır.
*
Sonuçta her zirve öncesinde taraflar birbirlerini karşılıklı olarak ne kadar geriletebileceklerini test etmektedir. İki-üç aylık dönemler halinde tekrarlanan bu döngünün artık bir şekilde kırılması gerekiyor.
Bu noktada herkes tutumunu gözden geçirmeli. AB, Türkiye ile ihtilaflı olan konularda Yunanistan ve KRY’ye açık çek vererek aslında sorunların çözümünü zorlaştırmaktadır. AB bu yönde davranmaya devam ettiği takdirde, ne Yunanistan ne de KRY uzlaşma ihtiyacı duyacaktır. AB arkalarında durdukça niye duysunlar ki?
Buna karşılık, Türkiye’nin de AB içindeki bölünmede kendisini destekleyen kesimin elini güçlendirmesi gerekiyor. Türkiye’nin ağırlıklı olarak askeri yöntemlere dayanan “sert güç” ile sonuç almak istediği algısını değiştirecek şekilde diplomasinin imkânlarının da seferber edilmesi ve daha kuvvetli bir dille vurgulanması şarttır.
Kuşkusuz, bunun yanı sıra bazı sürpriz adımlarla AB’yi şaşırtmak yararlı olabilir. “Dostlar reformda görsünler” anlayışıyla tasarlanmayan; insan hakları, hukuk, demokratikleşme alanlarında sahici bir değişim iradesi yansıtan reformların gerçekleştirilmesi AB’nin ezberini bozacak en etkili hamle olacaktır. Bazı başlangıç adımlarının atılmasının getirisi tahmin edilenden de yüksek çıkacaktır. Denemekle kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.
Paylaş