Paylaş
Önce birinci şıktan, yani sandıktan “evet” çıkması olasılığından başlayalım. AB, referandum sürecindeki tutumunu kurumsal bir şekilde Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu’nun Anayasa değişikliği ile ilgili hazırladığı eleştirel rapora bağlamış bulunuyor.
Geçen hafta AB’nin iki üst düzey temsilcisi, Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ve Avrupa Komisyonu’nun Genişleme Komiseri Johannes Hahn, yaptıkları ortak bir açıklamayla bu rapora açık bir destek verdiler. Açıklamanın en çarpıcı bölümü şu paragraftı:
“Venedik Komisyonu’nun önerilen anayasa değişiklikleriyle ilgili değerlendirmeleri, gereken denge ve denetleme mekanizması ve yargının bağımsızlığı üzerinde olumsuz etki yaratmak suretiyle yetkilerin fazlasıyla tek bir makamda toplanmasına ilişkin ciddi endişelere işaret etmektedir. Ayrıca anayasa değişikliği sürecinin olağanüstü hal altında gerçekleşiyor olması da endişe vericidir.”
Referandumdan “evet” çıkması halinde, AB, Venedik Komisyonu’nun söz konusu eleştirel analizi ışığında Anayasa değişikliklerinin tam üyelik müzakerelerinin zeminini oluşturan Kopenhag siyasi kriterlerine uygunluğunu değerlendirecektir. Bunun olumsuz bir değerlendirme olacağını tahmin edebiliriz.
Referandum sürecinde AB hükümetlerinin önemli bir bölümüyle de ilişkiler ikili düzeyde büyük hasar almış bulunuyor. Gerçi AB içinde İtalya, İngiltere gibi mutedil bir çizgide duran ülkeler yok değil ama yaşanan krizler, cereyan eden polemikler Almanya ve Hollanda başta olmak üzere bir dizi ülkeyle ilişkilerin üzerine taşınması hayli ağır bir yük koymuştur.
Avrupa Parlamentosu, zaten geçen kasım ayında hükümetlere ve komisyona tam üyelik müzakerelerinin dondurulmasını tavsiye etme kararı almıştı. Parlamento’nun Türkiye raportörü Kati Piri, dün Politico’da yayımlanan makalesinde, son Türkiye ziyaretinin kendisine müzakereleri dondurma önerisini gözden geçirmek için bir neden sunmadığını belirterek, bugünkü koşullarda “Türkiye’nin AB’ye katılmasından söz etmenin inandırıcılığının olamayacağını” belirtmiştir.
Burada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Nazi” benzetmesinin bütün Avrupa’da olumsuz bir hava yarattığı aşikâr. Bu açıklamanın izinin silinmesi en azından kısa dönemde pek mümkün gözükmüyor.
Karşılığında, Avrupa cephesinde de Hollanda’da Türk bakanlarına yapılan ayıplı muamele, Almanya’da yapılan yakışıksız engellemelerin kamuoyunda yarattığı olumsuz hava Türkiye’yi Avrupa’dan biraz daha uzaklaştırmıştır.
İlişkilerin içine girdiği türbülansın referanduma kadar önümüzdeki üç buçuk hafta içinde şiddeti azalmadan devam edeceğini düşünebiliriz.
“Hayır” çıkması halinde ilişkilerin göreceği tahribatın birinci seçeneğe kıyasla daha az olacağı ileri sürülebilir ama her halükârda bu seçenekte bile yara bereyle kaplanmış bir ilişki söz konusu olacaktır Türkiye ile AB arasında. İlişkilerdeki mevcut kilitlenmenin aşılabilmesi bu takdirde de hiç kolay gözükmüyor.
Bütün işaretler bize sandıktan hangi sonuç çıkarsa çıksın, 16 Nisan’dan sonra Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin yeni bir faza geçeceğini gösteriyor.
AB cephesinde artık müzakerelerin dondurulmasından, ekonomik yaptırım uygulanmasına kadar uzanan seçeneklerin yüksek sesle tartışılmaya başlandığı bir dönemden geçiyoruz. Ayrıca, AB içinde “Müzakereler dondurulacak olsa bile bu adımı atan biz olmayalım, adımı onlar atsın” görüşünün de bir hayli taraftar topladığını söyleyebiliriz.
Buna karşılık Türkiye cephesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da referandum sürecinde taraf gördüğü Avrupa Birliği’ne 16 Nisan’dan sonra hiç de “alttan almayan” bir tavırla karşılık vermesi şaşırtıcı olmaz.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dün Ankara’da yaptığı “Şu 16 Nisan bitsin, bittikten sonra masaya oturacağız, konuşacağız. Bu devran böyle yürümez. Gereği neyse, Türkiye olarak da biz bunu yaparız... İster şahıs olsun isterse kurum olsun, AB üyelik süreciymiş, geri kabul anlaşmasıymış artık hiçbiriyle bizi tehdit edemeyecekler, bitti o işler” şeklindeki çıkış, elindeki kozlara güvendiğini ve AB’ye karşı bir sertlik politikasına hazırlandığını gösteriyor.
Sonuçta gerçekçi bakarsak, 16 Nisan sonrasında Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine baktığımızda ufukta iyimser olabileceğimiz hiçbir olumlu senaryo gözükmüyor.
Paylaş