Paylaş
Bu tarihi karar üzerine dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile birlikte Helsinki’ye giderek Avrupa liderleriyle birlikte AB aile fotoğrafının içinde yer alması Türkiye’de yükselen bir ruh haline kaynaklık etmişti.
Türkiye, 21’inci yüzyıla, geleceğini Avrupa Birliği’nde gören bir özgüven ve iyimserlik duygusuyla, büyük umutlarla ayak basmıştı. Demokrasi ve hukuk ideallerini vurgulayan ‘Kopenhag Kriterleri’nin ulusal hedef olarak kutsandığı günlerdi.
O günlerin gazetelerinin birinci sayfalarına bakmak ülkeye hakim olan bu ruh halini görmek için yeterlidir.
Bugüne gelelim. Tam 20 yıl sonra 2020 yılına girerken, 1999 sonunda Helsinki’de çekilmiş olan o fotoğraf bugün soluklaşmış bir arayışın, özlemin görüntüsüdür.
Gazetelerde ya da dijital medyada AB’ye tam üyelikten söz eden bir haber ya da yorum bulmak -istisnalar dışında- neredeyse imkânsızdır.
Salt bu karşılaştırma bile tam üyelik başlığında iki on yılda nereye vardığımızı göstermeye yeterlidir.
*
Bu çerçevede geride bıraktığımız 2019, Türkiye ile AB arasındaki uzaklaşma yönelişinin en kuvvetli yaşandığı yıllardan biri olmuştur. Geçmişte gidişatı anlatmak için ilişkilerin ‘yerinde saydığı’ gibi durağanlığı tanımlayan nitelemeler kullanılırken, artık ‘gerileme’ gibi fiillere başvuruluyor. AB’nin Ankara’daki Büyükelçisi Christian Berger’in geçenlerde Gazete Duvar’da Cansu Çamlıbel’e verdiği mülakatta “Doğrusunu isterseniz ileriye değil, geriye doğru gidiyoruz” şeklindeki sözleri bu durumun en açık ifadesidir.
Gerçekten de 2019, Türkiye-AB ilişkilerinde Helsinki sonrası dönemdeki en kötü yıllardan biri olarak görülebilir. Örneğin, AB kurumlarının liderleriyle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki genellikle her yıl yapılan üst düzey buluşma gerçekleşmemiştir. Bunun dışında kurumsal düzeydeki diğer diyalog mekanizmaları da zaten doğru dürüst çalışmamaktadır.
Diyalog hiç mi yok? Hayır var. AB’yi beş yıl süreyle yönetecek yeni komisyon geçen ay işbaşı yaptıktan sonra mülteci dosyasına bakan yeni komisyon üyelerinin apar topar Ankara’ya gelip Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşmeleri zaten Türkiye-AB diyaloğunun değişmekte olan gündemine de işaret ediyor. Bu görüşmeden hareketle AB ile diyaloğun artık artan ölçüde mülteci meselesinin belirleyici olduğu bir içerik kazandığını söyleyebiliriz. Mülteci dosyası, baskın gündem maddesi haline gelerek Türkiye-AB ilişkisinin yapısını başkalaştırmaktadır.
Bu arada, Türkiye’nin de AB karşısında pazarlık kozu olarak sıkça mülteci kartına başvurması ve bunu zaman zaman ‘Kapıları açarız’ şeklinde tehdit üslubuyla ifade etmesi de ilişkinin zaten olumsuzluk yüklü atmosferindeki tansiyonu daha da arttırmaktadır.
*
Göçmen meselesi gibi AB ile ilişkilerde işgal ettiği alan giderek genişleyen yeni bir konu daha var. O da Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervleri üzerinde -kendisine ve KKTC’ye ait gördüğü yetki alanlarında- sismik araştırma ve sondaj çalışmaları yürütmesinin AB ile yaratmakta olduğu sorunlardır.
Türkiye’nin özellikle 2019'da Kıbrıs Adası açıklarında araştırma gemileriyle sahaya çıkması ve Deniz Kuvvetleri’nin de bu sahalarda bayrak göstermesi, AB cephesinde sert tepkilere yol açmaktadır. Bunun nedeni, AB’nin bu çalışmaların Türkiye’nin tanımadığı Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (KRY) kıta sahanlığında yapıldığını savunmasıdır. 2019 yılı boyunca birçok AB zirvesinde bu nedenle Türkiye’yi suçlayan kararlar kabul edilmiş, AB ayrıca Türkiye’ye karşı bir yaptırımlar paketi de hazırlamıştır. Son olarak geçen ay Türkiye’nin Libya ile imzaladığı deniz yetki alanlarının sınırlanmasına ilişkin anlaşma da bu tepkileri yeni bir eşiğe taşımıştır.
Sorunun temelinde Türkiye’nin Akdeniz’de ilan ettiği deniz yetki alanlarının Yunanistan ve KRY’nin hak iddia ettikleri kıta sahanlığı alanlarının belli bölümleriyle çakışması yatıyor. AB, Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Yunanistan ve KRY arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkta açık bir biçimde birliğe üye bu iki ülkeden yana tavır alıyor. Türkiye, her ikisiyle anlaşmazlığında karşısında bir blok olarak AB’yi buluyor.
Türkiye ile olan ilişkisinin bu şekilde Yunanistan-KRY ikilisinin ipoteğine girmiş olması, AB açısından adil bir tutum değildir. AB’nin bu politikasını gözden geçirmediği takdirde Doğu Akdeniz’deki bu anlaşmazlıkların ciddi krizlere kaynaklık etmesi ve sonuçta Türkiye ile AB’yi birbirinden daha da uzaklaştırması kaçınılmaz hale gelebilecektir.
*
Tabii bütün bu konunun bir başka boyutu daha var. Kabul edelim ki, AB de 1990'lı yılların sonunda kazanmış olduğu güçlü kimliğinden ve yapısından uzaklaşıyor. Küresel ölçekte hiçbir meselede ağırlık koyamayan, üye ülkelerin kendi çıkarlarını önde tutmaları nedeniyle ortak politikalar belirlemekte zorlanan, kurumsal bunalım içinde bir AB görüyoruz bugün karşımızda. Örneğin, son Libya krizinde ortak bir AB tutumunun belirlenememesi bile aslında birliğin ne kadar işlevsiz kaldığının açık bir delilidir.
Her halükârda AB ile kurumsal bir diyalogdan çok Avrupa’daki kilit ülkelerin hükümetleriyle ikili düzeydeki ilişkilerin ön plana çıktığı bir dönemde yol alıyoruz. Burada özellikle Almanya Şansölyesi Angela Merkel ile yürütülecek diyalog kritik bir işlev üstlenecektir. Benzer şekilde Brexit sürecinde AB’den ayrılmakta olan Britanya ile Türkiye arasındaki özel ilişki de önümüzdeki dönemde Avrupa politikası açısından önem kazanmaya adaydır.
Paylaş