Paylaş
Alıntıladığımız bu sözler Almanya Şansölyesi Angela Merkel’e yakınlığıyla tanınan Ekonomi Bakanı Peter Altmaier’e ait. Geçen ekim ayında ülkesinin önde gelen şirketlerinin tepe yöneticilerinin yer aldığı 80 kişilik bir işadamı heyeti ile İstanbul ve Ankara’ya bir çıkarma yapan Altmaier’in bu sözleri, Avrupa’nın başat aktörü Almanya’nın Türkiye’ye bakışındaki önemli bir yönelişin altını çiziyor.
Bu yöneliş, Almanya’nın Türkiye’deki insan hakları ve demokrasi konuları ile ticaret ve ihale dosyalarını birbirinden ayırarak, ikinci gruptaki çıkarlarını birinci gruptaki sorunlardan etkilenmeyeceği bir çerçevede yürütmek istediğini gösteriyor.
Altmaier’in gezisi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eylül sonunda Berlin’e yaptığı ‘devlet ziyareti’nin ertesinde gerçekleşti. Berlin davetinin önemi, Erdoğan’ın 2014 yılında Cumhurbaşkanı seçildikten sonra ‘çalışma ziyaretleri’ için Avrupa ülkelerine sıkça gitmesine karşılık, ilk kez önde gelen bir Batı Avrupa demokrasisine bir ‘devlet ziyareti’ gerçekleştirmiş olmasıydı.
Erdoğan’ın önüne kırmızı halı serilerek
en üst düzeyde ağırlandığı bu ziyaret, Almanya’nın Türkiye ile ilgili bütün eleştirilerine ve son yıllarda siyasi düzeyde yaşanan bütün sıkıntılara rağmen Türkiye ile ilişkilerini artık rayına oturtmak ve ileri götürmek istediğini ortaya koydu.
Almanya’nın bu arayışında Türkiye ile özel ilişkisinin çok yönlü, karmaşık yapısı içinde bir dizi faktör rol oynuyor. Ancak iki önemli faktör özellikle vurgulanmalıdır. Bunlardan birincisi, Suriye’deki krizin seyrinde Türkiye’nin Rusya ile birlikte ön plana çıkmasıdır. İkincisi ise Altmaier’in ziyaretinin gösterdiği gibi, Almanya’nın Türkiye’deki ekonomik fırsatlardan yararlanma, ihalelerden pay alma isteğidir.
Erdoğan’ın Berlin ziyareti aslında Avrupa’nın tutumu açısından dikkat çekici bir “ikilik”, daha doğrusu paradoksa da işaret etti. Şöyle ki, Türkiye, geride bıraktığımız yıl Avrupa ülkeleri kamuoylarında, parlamentolarında ve medyalarında demokrasi ve hak ihlalleri alanlarında artan ölçülerde eleştirilerle, otoriterlik suçlamalarıyla gündeme geldi. Buna karşılık 2018, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa ile hükümetler düzeyindeki ilişkilerinin bu eleştirilerden etkilenmeden gelişme kaydettiği, zemin kazandığı bir dönem oldu.
Erdoğan’ın ‘çalışma ziyaretleri’ olmakla birlikte, protokolün kuvvetli tutulduğu ocak ayında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’la Elysee Sarayı’nda görüştüğü Paris ziyareti ile mayıs ayında Kraliçe Elizabeth tarafından Buckingham Sarayı’nda çay davetiyle ağırlandığı Londra ziyaretleri bu bağlamda özellikle hatırlatılabilir.
Bütün bu ziyaretlerden şunu anlamamız gerekiyor. AB ile kurumsal düzeydeki işbirliği kilitlenmiş durur, tam üyelik müzakereleri askıda tutulurken, AB üyesi ülkelerin hükümetleriyle ilişkiler karşılıklı çıkarlar düzleminde ‘ver-al’ mantığına dayanan bir formata oturmakta ve bu zeminde gelişme seyrine girmektedir. Bir başka anlatımla, Avrupa ile ilişkiler AB çerçevesinin dışına çıkmaktadır.
Gerçekten de AB cephesine bakıldığında, mart ayında Varna’da yapılan Türkiye-AB zirvesinde ‘diyaloğun sürdürülmesi’ konusunda varılan mutabakat dışında hiçbir kayda değer gelişme sağlanamamıştır. Ne vize muafiyeti anlaşmasıyla ilgili müzakerelerde ne de gümrük birliği anlaşmasının gözden geçirilmesi başlığında bir ilerleme olmuştur.
AB ile işleyen tek başlık, Suriyeli mültecilerin geçişinin durdurulması konusunda 2016 yılında yapılan anlaşmadır. AB’nin Türkiye’ye ilk partide taahhüt ettiği 3 milyar Euro’nun serbest bırakılması süreci, ağır temposuna karşılık yürümektedir. Meselenin bu yönü, AB’nin Türkiye’ye bakışında Suriye faktörünün işgal ettiği yeri göstermesi bakımından da kayda değerdir.
Bu arada AB’nin nisan ayında açıkladığı resmi raporunda Türkiye’nin performansıyla ilgili neredeyse her başlıkta ‘gerileme’den söz edilmesi, Ankara’nın AB’ye tam üyelik perspektifinden uzaklaşmakta olduğunun da bir ifadesidir.
Gelinen noktada Avrupa ile kurumsal düzlemde ilişkilerin sürdürüldüğü tek köprü olarak Avrupa Konseyi ve onun en önemli organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kalmıştır. Kaldı ki, AİHM de son Selahattin Demirtaş kararından sonra tanık olunduğu üzere, artan ölçüde AK Parti hükümetinin şimşeklerini üzerine çekmektedir.
Paylaş