Paylaş
Bu gibi hastaların tedavisiyle ilgilenen kliniklere ‘intaniye servisi’, bu alanda uzmanlaşmış doktorlara da ‘intaniye uzmanı’ denirdi.
Kısacası şimdilerde enfeksiyon hastalıkları olarak tanımladığımız alan bundan 40-50 yıl önce intan hastalıklar (bulaşıcı hastalıklar/enfektoloji) olarak adlandırılırdı.
Tıp fakültelerinde hocaları en fiyakalı, dersleri en ağır, bizim öğrenci ya da iç hastalıkları stajyeri olarak kendimizi en çok ‘doktor değil de hekim’ gibi hissettiğimiz klinikler intaniye klinikleriydi.
Bu saygınlığın arka planında da yeni Cumhuriyet’in kuruluş öyküsü ve imzası var.
İsterseniz gelin, o öyküyü kısaca bir gözden geçirelim. Zira o öyküyü anlayabilirsek eğer, sağlık ordumuzun bugünlerde gösterdiği fedakârlık ve alkışlanası başarının temelinde yatan gelenekten kaynaklandığını daha iyi anlayabiliriz.
DR. ADIVAR, DR. SAYDAM, DR. UZ, DR. SAĞLAM
İlk sağlık bakanımız doktor Adnan Adıvar idi. 23 Nisan 1920’de toplanan ilk milli Meclisimizin görevlendirdiği sağlık bakanı olarak 2 Mayıs 1920’de işe başladı. İlk işleri de kuduz, verem ve çiçek hastalıklarıyla ilgili acil önlemler almak oldu.
10 Mart 1921’de Dr. Adnan görevi Dr. Refik Saydam’a devretti. Verem dispanserlerini açmak, sıtma, frengi, trahom salgınlarıyla mücadeleyi yoğunlaştırmak ve çok daha önemlisi bugün sık sık gündeme gelen Almanya’daki Robert Koch Enstitüsü’nün daha da mükemmeli sayabileceğimiz ‘Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü kurmak Dr. Refik Saydam beyin ilk başarıları ve sağlığımıza attığı ilk imzaları oldu. Bu başarılar Refik Bey’i Cumhuriyet’in başbakanlığına kadar taşıdı.
Bulaşıcı hastalıklardan korunma ‘yeni Cumhuriyet’in birinci sağlık hedefi olmaya devam etti. Sonraki dönemde Dr. Behçet Uz, Dr. Tevfik Sağlam ve daha niceleri o bayrağı dalgalandırmaya, salgın hastalıklarla mücadeleyi sürdürmeye devam ettiler.
Kısacası eğer bir gün bu ülkenin ‘sağlıkta güç haritası’ çıkarılacak olursa o güçlerden en önemlisinin ‘bulaşıcı hastalıklarla mücadele geleneği’ olduğu kolayca görülecektir.
Anlatmak istediğim şey şudur: Sağlık ordumuz başta enfeksiyon hastalıkları uzmanları olmak üzere sahada müthiş bir mücadele veriyor. O mücadelenin temel gücünü de sağlık eğitimimiz ve tarihimizdeki güçlü genlerden alıyor.
Geçmişten bugüne salgın hastalıklarla mücadele konusunda ördüğümüz güçlü duvarlara tuğla koyanların hepsine ve tabii ki her şeyden önce Cumhuriyetimizin kurucusu büyük ve güzel insan Atatürk’e teşekkür borçluyuz.
NASIL GİDİYORUZ
İYİLERİMİZ:
Test sayımız sürekli artıyor, bu da teşhis başarımızı yükseltiyor.
Test sayımızın artmasına rağmen yapılan test miktarına oranla teşhis edilen yeni vaka sayısı azalıyor.
İyileşen hasta sayımız sürekli yükseliyor.
Teşhis edilen yeni vaka sayısının iyileşenlere oranı düşüyor. Yeni vaka sayıları azalıp iyileşen hasta sayıları artıyor.
Yoğun bakımdaki hasta sayımızdaki azalma da memnuniyet verici.
KÖTÜLERİMİZ:
Günlük vaka sayımız hâlâ çok yüksek.
Evde kalma oranımız yeterli değil, sokağa çıkmada ısrarlıyız ve yanlış yapıyoruz.
Maske takma meselesinin ehemmiyetini hâlâ yeterince kavrayamadık, maske teminindeki zorlukları da çözebilmiş değiliz.
Sosyal mesafeye uyum meselesinde de sınıfta kaldığımız söylenebilir.
Kişisel hijyene daha fazla önem vermeliyiz.
OKUR SORULARI
COVID-19 HASTASI ORUÇ TUTABİLİR Mİ
HASTALIĞI ister hafif, ister orta veya ağır düzeyde geçiriyor olsun, hiçbir COVID-19 hastası oruç tutmamalı. Bu kuralın aslında her türlü bulaşıcı ve ateşli hastalık için de geçerli olduğu unutulmamalı.
İYİLEŞEN BİRİ ORUÇ TUTABİLİR Mİ
TAMAMEN iyileşmesine rağmen iyileşme sürecinde üçüncü haftayı doldurmadan hiçbir COVID-19 hastalığı geçiren kişi oruç tutmamalıdır düşüncesindeyim. Bana sorarsanız bu süreyi dört haftaya çıkarmak daha doğru olur.
KRONİK BİR HASTALIĞINIZ VARSA DİKKATLİ OLUN
HASTA sayısı artıp elimizdeki bilgiler çoğaldıkça durumu daha iyi kavramaya başladık. Hastalıkla mücadelede önemli bir ayrıntı şimdi çok daha ciddi bir problem olarak önümüzde duruyor.
O önemli ayrıntı şu: Eğer COVID-19’a yakalanan birinde önceden kronik bir hastalık da varsa (şeker hastalığı, KOAH, hipertansiyon, kalp-damar hastalığı, organ yetmezliği, kanserler, bağışıklık yetersizliğiyle ilgili durumlar) hastalık beklenenden daha ağır seyrediyor. Özellikle akciğerdeki iltihaplanma/zatürre ve diğer organlarda görülen hasarlar, daha hızlı gelişme gösteriyor.
Kronik bir hastalık söz konusu değilse yaş faktörünün önemi azalıyor. Değil 60-70; 80’li, 90’lı yaşlarda olsanız bile iyileşmeniz zor olmuyor. Kronik bir hastalığınız varsa da yaşınızın 30 hatta 20 olması önemini kaybediyor. Bu yaşlarda bile ciddi sorunlar ortaya çıkabiliyor.
İşte bu nedenle salgından sonra yeni sağlık stratejilerimizi oluştururken bu kronik hastalıklar meselesini daha ayrıntılı ve önemli bir konu olarak masaya yatırmak zorundayız.
Paylaş