Paylaş
◊ YORGUNLUK BİR KANSERİN İLK BELİRTİSİ OLABİLİR. Çeşitli doku ve organ kanserlerinde değişen derecelerde yorgunluk yakınması daima mevcuttur. Belli bir nedenle ilişkilendirilemeyen inatçı bir yorgunluk tablosu söz konusuysa, geri planda gözden kaçmış bir kanserin varlığı ısrarla sorgulanmalıdır. Özellikle, kilo ve dikkat çekecek düzeyde bir iştah kaybı varsa, semptomlar ve bunların arkasında yatan esas neden detaylı bir şekilde araştırılmalıdır.
◊ YORGUNLUK ÖNEMLİ BİR KALP PROBLEMİNE İŞARET EDİYOR OLABİLİR. Bazı kalp kapakçığı hastalıklarında ve akciğerdeki damarlarda herhangi bir nedenle basınç arttığında ilk belirtilerden biri yorgunluktur. Özellikle kalp yetmezliğinin ilk ve tek işareti çok ağır bir bitkinlik, halsizlik ve yorgunluktur. Kalp, hücre ve dokulara yeterli miktarda kan pompalayamadığında, hücreler ihtiyaç duydukları besin ve oksijenden mahrum kalırlar, dolayısıyla da enerji için gerekli yakıt bulunamaz ve yorgunluk hissi oluşur. Kalp yetmezliğiyle ilişkili yorgunluğun diğer belirtileri ayaklarda şişme, nefes darlığı ve vücuttaki sıvı birikimine bağlı kilo artışıdır.
◊ BÖBREK ÜSTÜ BEZİNDEKİ SORUNLAR DA YORGUNLUĞA NEDEN OLABİLİR. Böbrek üstü bezlerinin ürettiği hormonlar -ki bunların en bilinenleri kortizol ve hidrokortizoldur- vücudun su ve tuz dengesinde çok önemli bir rol oynar. Bu hormonlar, ayrıca besinlerle alınan yağ, protein ve karbonhidratların kas ve kemikler tarafından kullanılmasında görev üstlenirler. Bu hormonlar yeterince salgılanmadığında kan basıncında azalma, iştahsızlık, kilo kaybı gibi belirtilerin eşlik ettiği ağır bir yorgunluk tablosu ortaya çıkar. Beyindeki hipofiz bezinin ve boyun bölgesindeki paratiroid bezlerinin yetersizliğinde de yorgunluk önemli bir belirtidir.
◊ BÖBREK VE KARACİĞER YETMEZLİĞİNİN DE İLK BELİRTİSİ YORGUNLUKTUR. Bu nedenle inatçı yorgunluk sorunu söz konusu olduğunda organ yetmezlikleri mutlaka araştırılmalıdır. Özellikle de gözden kaçmış bir karaciğer ya da böbrek yetmezliğinin söz konusu olup olmadığının dikkatle incelenmesi gerekir.
Ekmeği neden kızartmayalım?
İngiliz sağlık otoritesi yeniden “Kızarmış ekmekte kanserojen var!” uyarısı yapmış. Uyarı önemli ama bilgi yeni bir bilgi değil.
Kızartılmış ekmekte oluşan “AKRİLAMİD” isimli madde ciddi bir kanserojen ve etkin bir kanser oluşturucu kimyasal. Aynı madde ısıl işlem gören birçok yiyecekte pişirilme neticesinde oluşuyor.
En çok da karbonhidrat açısından zengin yiyecekler 120 derecenin üzerindeki sıcaklıklarda haşlama dışında herhangi bir metotla pişirildiklerinde bu pis kimyasal doğal biçimde ortaya çıkıyor.
Undan ya da nişastadan zengin herhangi bir yiyecek 120 derecenin üzerinde kavrulduğu, fırınlandığı, kızartıldığında akrilamidin oluşmaması pek mümkün değil.
Zaten böyle olduğu için de “haşlama/buğulama” yöntemi ile pişirme en çok tavsiye edilen pişirme usulü.
Akrilamidinin kanserojen bir madde olduğu, sürekli ve yüksek dozda bedene girdiğinde kanser oluşturma potansiyeli taşıdığı yıllar önce de açıkça gösterildi.
Kızartılmış ekmek, cipsler, bisküviler, kavrulmuş kuruyemişler, kahve ve çikolata, yani yüksek sıcaklığa maruz kalarak hazırlanmış içinde karbonhidrat olan pek çok gıdada bu madde oluşuyor.
Bu nedenle ekmeğinizi kızartmamanız akrilamid kazanımınızı sıfırlamanız anlamına gelmiyor. Yanmış veya kızarmış her türlü besinden uzak kalmanız gerekiyor.
Özellikle de cipslerden, bisküvilerden, kızartılmış ekmek ve tostlardan, krakerlerden, fırın-pastane ürünü unlu gıdalardan...
Aldığımız her nefesin hakkını verelim
Dün güne uzun sayılabilecek bir arkadaşlığı aynı heyecan ve sevgiyle paylaştığımız bir yakınımın mesajıyla uyandım. Mesajda ortak bir tanıdığımızın tam da yeni yıla girerken beyin kanamasıyla hastaneye yatırıldığından, halen yoğun bakımda uyku hali, felç durumu ve şuur bulanıklığı ile tedavisinin sürdüğünden bahsediyordu. Mesajdaki diğer cümleler de şunlardı:
“Üç gece önce refakatçi olarak hastanede kaldım. Bir şeyler yapmak, ona ve ailesine yardımcı olmak istedim.
Ne var ki gördüklerim ve yaşadıklarım beni altüst etti.
Aralıklı oksijen takviyesi, ilaçlı oksijen maskeler, burundan sonda ile beslenme, serumdan ilaç sevk etme, sık sık vücut pozisyonunu değiştirme, kollara, ayaklara egzersiz masaj uygulamaları ve altını değiştirmeler...
Buna bir de doktorların söyledikleri ‘muhtemelen tatsız gelecek!’ haberleri eklenince canım fena halde sıkıldı.
Bugüne kadar ufak tefek hastalıklar geçirmedim değil ama ertesi sabah görevimi bir başkasına devrederken derin bir üzüntü içinde ve farkında olmadan şu cümleleri mırıldandım: ‘Sağlıklıyken çok şımarırız, oysa sağlığımızın kıymetini iyi bilmeli, kendimize sağlıklıyken de iyi bakmalıyız!’”
Bu samimi cümleler “kendimize iyi bakalım, sağlığımızın kıymetini bilelim, aldığımız her nefesin hakkını verelim!” mesajını neden çok sık tekrarlayıp durmamın anlamını pek güzel özetlediği için bence çok önemli. Sizinle de paylaşmak istedim.
Yeşil eczane bizden saygı bekliyor
Doğal ürünlere ilgi her ülkede artıyor. Bu ilgi kadınlarda daha belirgin. En çok da 30’lu yaşlar sonrasında yoğunlaşıyor.
Yiyecek içeceklerin hormon, antibiyotik, böcek ilaçları ve daha pek çok kimyasalla kirlenmesi bu ilginin en önemli sebepleri. Tabii orta yaşlar sonrasına daha bilinçli girmenin de etkisi var.
Diğer taraftan çevremiz ve doğaya eskisinden daha saygılı, onu koruyup kollamada daha bilgili ve bilinçliyiz. Doğanın, doğallığın öneminin daha çok farkındayız.
Daha da mühimi sağlığımızı güçlendirecek esas mucizelerin tabiatta olduğunu geç de olsa öğrendik. Ünlü “naturopat” Dr. James. A. Duke’un deyimiyle “yeşil eczane”yi yeniden fark ettik.
Fark ettik ama doğal nimetleri ilaç gibi kullanmayı biliyor muyuz? İşte bundan pek emin değilim.
Tüketici ruhumuz burada da öne çıktı ve biz yeşil eczaneyi keşfeder etmez, onu da bir ticaret aracı haline getirmekte geç kalmadık.
Olur olmaz otu, çöpü, bitkiyi, dalı, yaprağı “faydalı mı, zararlı mı” sorularına yanıt bile aramadan, çay yapıp içmeye, tablet yapıp yutmaya, krem yapıp yüzümüze gözümüze sürmeye başladık. Aman dikkat!
Paylaş