Paylaş
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dün, 13 Haziran’da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Katar Emiri Thamim el-Thani (*) ile telekonferans diplomasisini açıkladı, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da Erdoğan’ın ABD Başkanı Donald Trump ile görüşeceğini.
Ardından da Genelkurmay’ın 12 Haziran’da Katar’a askeri üs için uygun yeri belirlemek üzere üç kişilik askeri heyet gönderildiği açıklaması geldi.
Bu askeri anlaşma konusu tabii sembolik, ama verdiği mesaj güçlü: Türkiye Irak ve Suriye’de şu anda caydırılmış görünse de Orta Doğu’dan çekilmiyor mesajı.
Trump belki öyle görmek istese de Orta Doğu yalnızca Suudi Arabistan, şu anda Suudi Arabistan’ın yörüngesinde görünen Mısır ve İsrail’den ibaret değil mesajı var Ankara’nın zihninde. Çünkü diğer tarafta Rusya, İran, Suriye ekseni var ki zaten o yüzden kavga Irak üzerine.
Çünkü Irak’ta yönetim Şiilerin elinde ve bunu sağlayan da işe bakın ki ABD’nin işgal hareketi oldu.
Katar krizinin ilk sonucu ne oldu biliyor musunuz?
ABD ve İngiltere’nin bağımsızlık ümidiyle göz kırptığı Kürtleri bir kez daha ortada bırakması oldu.
Doğrusu perdeyi şu son yıllarda ister Irak, ister İran, ister Türkiye olsun, milliyetçi Kürt hareketlerinin en çok bel bağladığı Almanya açtı. Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin 25 Eylül olarak (tam da Alman seçimlerinden bir gün sonra yapılacak şekilde) açıkladığı bağımsızlık referandumuna karşı çıktı. Onu AVD ve Türkiye ve nihayet İngiltere izledi.
Çünkü o referandumdan bağımsızlık kararı çıkacağı kesin ve özellikle de Suudi Arabistan ve dolayısıyla ABD parçalanmış bir Irak’ın sonucu olarak Basra petrol bölgesinde bir Şii devletinin kurulmasını, İran’ın bölgedeki nüfuzunu ikiye katlamasını görmek istemiyor.
Suriye’de ABD Merkezi Komutanlığının IŞİD’e karşı piyade gücü olarak yararlandığı PKK/PYD’nin bunun farkında olmamasına imkân yok, Kandil ve Brüksel her şeyi dikkatle izliyordur. Ama onlar bir şekilde Irak Kürtlerinin başına gelenin kendi başlarına gelmeyeceğine inanıyorlar.
Her ne ise, Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu ortamda Orta Doğu oyunundan çekilmek istemiyor elindeki en güçlü koz olan Türk Silahlı Kuvvetlerini –tıpkı Fırat Kalkanı harekatında olduğu gibi- tabloya dahil ediyor.
Tamam, Türkiye Orta Doğu’yu terk edecek değil. Ama Türkiye’nin geleceği Orta Doğu’da, Orta Doğu’nun binlerce yıldır huzur bulmayan karmaşasında mı?
Bu ortamda sağlıklı ve verimli siyasi ve ekonomik ilişkiler kurabilmek, onları sürdürebilmek mümkün mü?
Arap ülkelerinin birbiriyle bitmek bilmeyen rekabetinde, Sünni ve Şii Müslümanların tırmanan bölünmüşlüğünde mi Türkiye’nin geleceği?
Yoksa şu sıra yeniden ısıtılıp masaya konulduğu üzere Şangay İşbirliğinde mi? Enver Paşa’nın İttihatçı Doğuculuğunda mı?
Oysa bir yandan Avrupa ile son zamanlarda yaşanan çok ciddi siyasi sorunlara karşın hız kesmeyen ekonomik ve ticari ilişkiler var.
Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Mehmet Büyükekşi geçenlerde bu yıl kırılan ihracat rekorlarının dökümünü yapıyordu. İlk üç sırada otomotiv sektörü var, yani sanayi üretimi var, yani nitelikli istihdam ve AB ülkelerine.
TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik, yapısal reformlar ve AB perspektifinin kaybedilmemesinin ekonomi için de önemli olduğunu vurguluyor.
Hükümet, kendi beklentilerinin de üzerinde olmak üzere ilk çeyrekte yüzde 5 çıkan büyümenin, turizmdeki ciddi düşüşe rağmen, sanayi üretimi ve ihracattaki artıştan geldiğini düşünüyor.
Başbakan Binali Yıldırım, dün Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov ile görüşürken “geçmişte, geçici dönemde yaşanan bazı olumsuzlukları bir kenara bırakıp” AB ile bütünleşme projesinin devam etmesi gereğini vurguladı.
Aynı gün Brüksel’de üst düzey bir Türk diplomatik heyeti, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 25 Mayıs’ta AB üst yönetimiyle görüşmesinde ortaya atılan 12-aylık yol haritası çerçevesinde görüşmelere başladı.
Yıldırım, göçmenler, geri kabul ve vize konularında ilerleme sağlanırsa, Türkiye-AB ilişkilerinin gelişeceğini söylüyor ve öyle gibi de görünüyor.
Aslında kimse bunu resmen ilan etmese de Türkiye-AB ilişkileri bir ölçüde 24 Eylül’deki Alman seçimlerine bağlı.
Doğrusu ne Cumhurbaşkanı Erdoğan, ne de Almanya Başbakanı Angela Merkel birbirlerine bayılıyor, ama en azından on yıldır birbirlerini yakından tanıyor, huyunu suyunu biliyorlar.
Merkel’in seçimi kazanması, ilk bakışta öyle görünmese de Ankara’nın işine gelecek bir durum yani.
Öte yandan Türkiye-AB ilişkilerinin zaten belli bir soğuma sürecine, sakinleşip yaralarını tedavi etme zamanına ihtiyacı vardı. Önce 15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’deki olağanüstü hal, yargı ve basının durumu, iltica isteyen asker ve diplomatların Almanya tarafından korumaya alınması ve nihayet 16 Nisan referandumu sürecinde yaşananlar ilişkileri fazlasıyla germişti.
Dolayısıyla şu 12 aylık yol haritası sürecinin iyi kullanılmasında yarar var. Türkiye’nin varlığı elbet Orta Doğu’da da hissedilmeli, o ayrı, ama geleceğinin Avrupa’da olduğu da görülmeli.
Bu sadece ekonomik açıdan değil siyasi açıdan da geçerli bir yaklaşım. Çünkü AB ile yakınlaşma mutlaka Türkiye’deki demokrasinin kalitesini olumlu etkileyecek, Türkiye’de gelişen demokratik ortam da mutlaka AB’nin güvenlik ve siyaset atmosferini olumlu etkileyecektir.
Hatta inanın, Orta Doğuyu da.
(*) Thamim el Thani diye yazınca İngilizceye benzetip yazmış olmuyoruz. Arapça aslına daha uygun yazmış oluyoruz. Çünkü Arap alfabesinde, bizde olmayan “peltek se” diyebileceğimiz “t” ile “s” arası bir ses ve harf bulunuyor. Dolayısıyla Emir’e “Samim el Sani” demek de, “Tamim el Tani” demek de doğru gelmiyor. “Th” diye bizde olmayan bir sesi çıkarmaya çalıştığınızda adını daha doğru telaffuz etmiş oluyoruz. Aksi halde, doğrusunu telaffuz etmeye tenezzül etmeyen Batılıların “Ankara”ya “Enkıra” demesi gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ben dil bilimci değilim, iddiam da yok, ama en azından bu notu yanlışsa düzeltmek üzere onlara iletmiş sayılırım. MY
Paylaş