Paylaş
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 9 Eylül’de Astana’dan yaptığı telefon görüşmesi ile BM Genel Kurulu sırasında ABD Başkanı Donald Trump ile görüşmesi kesinleşti.
Gerçi henüz yeri ve zamanı açıklanmadı ama görüşme yapılacağının açıklanması önemli bir belirsizliği ortadan kaldırdı.
Cumhurbaşkanı da 10 Eylül’de Astana dönüşünde uçaktaki gazetecilere Trump ile görüşmesinde bütün konuların ele alınacağını olumlu bir tonda söyledi. Bu da iyi bir şey; konuşmak her zaman çatışmaktan iyidir.
Bunu söylemekle birlikte Trump ile konuşunca mevcut sorunların hemen çözülmesini beklemenin gerçekçi olmadığını eklemek lazım.
Bunun iki temel nedeni var.
Birincisi, dünkü Bakanlar Kurulu ardından Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ’ın da uzun uzun anlattığı gibi, Fethullah Gülen örgütü elindeki bütün imkânları Türkiye’nin ABD ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerini seferber etmiş bulunuyor. Bunu görünüşte yalnızca Erdoğan’ı hedefe koyuyormuş gibi yapıyorlar ve Erdoğan’ın zaten Batı’daki mevcut imajı üzerine oynayarak aslında Türkiye’nin ilişkilerini baltalıyorlar; adeta “Bana yar olmayanı kimseye yar etmem” türü bir mantık.
Fethullahçıların seferber ettiği ilişkiler arasında son yirmi yıldır sivil toplum kuruluşlarıyla kurduğu ilişkiler de bulunuyor; bunların arasında hukukçular, siyasetçiler, kilit mevkideki bürokratlar var.
İşin acı yanı, Fethullahçıların bu ilişkileri kurup yaygınlaşmasında en büyük pay sahibinin de (2012-2013 yıllarına dek) Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde AK Parti hükümetleri olması.
Örnek mi istiyorsunuz: Türkiye’nin bir önceki Washington Büyükelçisi Namık Tan, Fethullahçılara istendiği kadar yardım etmediği için baskı görüp erken emekliliği seçerken, mevcut Büyükelçi Serdar Kılıç’tan neredeyse tek beklenen Fethullahçılarla mücadele. Burada kusuru her ikisi de birinci sınıf diplomat olan büyükelçilerde değil, işte o 15 Temmuz hain darbe girişimine kadar giden “kandırılma” ilişkisinde aramak daha gerçekçi.
Dolayısıyla gerek korumalar aleyhine, gerekse Reza Zarrab davasında Erdoğan’ın başını en çok ağrıtan ve daha da ağrıtacakmış gibi duran sorun Fethullahçıların Amerikan güvenlik bürokrasisinden hukukçularına, düşünce kuruluşlarından Kongre’ye dek uzanan, çoğunlukla da çıkar sağlamakla iç içe geçen bağlantıları.
Bu, işin Fethullah Gülen’e ve yasadışı örgütlenmesi içindeki kişilere yönelik yasal adım atılması, Erdoğan’ın korumalarına açılan daha ve Zarrab’ın İran ambargosunu delme davasına (daha sonra kapatılan) 17-25 Aralık 2013 soruşturmalarının uzantısı olarak Zafer Çağlayan ve eski Halk Bankası genel müdürü Süleyman Arslan’ın dâhil edilmesini ilgilendiren kısmı.
Erdoğan’ın bu alanda düzelme sağlamak için elinden gelen bir takım önlemler olabilir. Bunlar yargı süreçlerine dair daha sağlam belgelendirme, haklı olduğuna inanılan konunun propaganda söylemiyle değil, hukuk lisanıyla bıkmadan anlatılması ve Fethullahçıların (ya da diğer zanlıların) Türkiye’de adil yargılanacağına dair ortamın oluşturulması. Özellikle son kanun hükmündeki kararnameler ile sivil mahkemelere askeri savcı ve hâkim atanmak zorunda kalması ve Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit’in halkın yargıya güvenini yitirdiği saptaması sonrası yargının durumunun düzeldiğinin gösterilmesi şart oldu.
Ancak Erdoğan’ın önündeki asıl engel konusunda, ne onun, ne dünyada bir başka liderin yapabileceği bir şey var.
İkinci ve en ciddi soruna geliyoruz: Trump güç kaybediyor, hem de büyük bir hızla.
Örneğin ABD Başkanının Suriye’de PKK’nın Suriye kolu PYD/PKK ile işbirliği konusunda Merkezi Komutanlık (CENTCOM) ısrarı üzerine alınmış kararları düzeltmesi imkânı olduğunu sanmıyorum.
Önceli ABD Başkanı Barack Obama’nın askerlere dişi tam geçmiyordu ama siyasetteki gücü sayesinde orta noktalar bulunuyor, kimse kimsenin ayağına basmadan geçinip gidiyorlardı. 2014 yazında Obama’nın Suriye’ye asker göndermeme siyasetiyle CENTCOM’un iç savaşa askeri müdahale ısrarı arasında bulunan çözüm, PKK’nın Suriye kolunun bir tür lejyoner olarak kullanılması olmuştu; Erdoğan’ın o dönem bütün karşı çıkışına rağmen 2014 güzünde Kobani’de başladı bu işbirliği.
Trump’ın ise askerler üzerinde yaptırım gücü Obama’dan da az, çok daha az; çünkü siyaseten giderek güçsüzleşiyor. Bunu yalnızca Orta Doğu işleri ve CENTCOM özelinde değil, Pasifik’te devam eden Kore krizinde de görüyoruz; askerler ne derse o oluyor. Sadece askerler de değil: örneğin FBI Başkanı'nı görevden aldıktan sonra artık bürokrasiden kimseye dokunmaz oldu.
Her krizde onu iktidara taşıyan çalışma arkadaşlarınızdan bir başkasını safra, ya da kurban olarak yerleşik düzenin önüne atıyor. Bu gidişle yakında kendisini Beyaz Saray’a hapsetmiş, şimdiye kadar işbaşına gelen en aciz Amerikan başkanına dönüşebilir.
Bunları neden mi söylüyorum? Şu nedenle söylüyorum: ABD Başkanı zaten ne Erdoğan’a, ne de bir başka lidere yargı kararları konusunda kefil olabilir. Ama yargı kararları dışındaki konularda, örneğin YPG konusunda da söz verse dahi bunu yerine getirme ihtimali artık fevkalade kuşkuludur. Trump daha iktidarda bir yılını doldurmadan verdiği sözleri yerine getireceği kuşkulu bir Amerikan başkanı.
Bir örnek daha verelim: Erdoğan Kazakistan dönüşünde Rusya ile S-400 anlaşmasının tamamlanmak üzere olduğunu, hatta “kaparosunun” dahi verildiğini açıkladı.
Bunu belki da ABD’ye karşı bir koz olarak kullanmayı düşünüyor. Çünkü devamında, zamanında ABD’nin Türkiye’yi yıllarca peşinden koşturup vermemesi sayesinde Türkiye’nin kendi insansız hava araçlarını üretip terörle mücadelede kullanmaya başladığını söylüyor. Oysa Trump, diyelim ki Erdoğan’a “Bırakın S-400’ü size Patriot verelim” sözü verse dahi bu sözü tutabileceği, Kongreyi ikna edebileceği kuşkulu.
Dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücünün başında siyaseten kararsız ve dolayısıyla yarattığı iktidar boşluğu asker, yargı, güvenlik bürokrasisi, enerji ve finans lobisi tarafından doldurulan bir yönetim bulunuyor. Amerika da bir “derin devlet” tartışması da başladı ve kavramın kökeni olarak da Türk siyaseti gösteriliyor.
İşte ne Erdoğan’ın, ne dünyanın bir başka liderinin elinden hiçbir şey gelmeyecek durum bu, çünkü doğrudan Amerikan iç siyasi dengelerinden kaynaklanıyor.
O nedenle Erdoğan’ın Trump ile görüşürken bütün kozlarını onu ikna etmek için harcamaktansa, kongreye, düşünce kuruluşlarına ve askerden askere ilişkilere de ağırlık vermesinde fayda var.
Şimdiye dek pek getirisi görülmeyen “Ben diyorsam inanıp gereğini yapmalısın” yaklaşımından çok, sabır, incelik ve en önemlisi somut delillere dayalı bir söylem ve ona uygun diplomasi daha doğru olacaktır. Bunun için yalnız kafaları değil, kadroları da değiştirmek gerekiyor, diplomatlardan söz etmiyorum... Kadrolar derken, siyaset kurucu ve uygulayıcılardan söz ediyorum.
Paylaş