Paylaş
Ama bu coğrafyadaki ülkelerin bir kısmı Türkiye Vakıflar Genel Müdürlüğü ile işbirliğine yanaşmıyor. Örneğin Bosna-Hersek kapılarını sonuna kadar açarken, Bulgaristan ve Yunanistan gibi ülkelerinki kilitli. Mısır ve Suriye gibilerini zaten unutun. Buralardaki vakıf eserleri ne yazık ki çürümeye bırakılmış halde.
*
Geçtiğimiz hafta, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile Vakıflar’ın 80 milyon TL’lik yatırım yaptığı Bosna-Hersek devleti arasında vakıf eserlerinin onarımına yönelik yeni üç işbirliği protokolü imzalandı. Banja Luka’da 1992’de savaşta dinamitle yok edilen Arnavudiye Camisi yeniden inşa edilecek. Savaşta yıkılan Foça Alaca Camisi’nin restorasyonu da bu yıl tamamlanacak. Travnik’teki Alaca Camisi’nin restorasyonu sürüyor. Gradişka Derviş Hanım Medresesi’nin restorasyonu ise tamamlandı.
Yerlerinde görme şansım oldu. Balkanlar’ın yemyeşil coğrafyasında şeker gibi renkleriyle hepsi ayrı güzel. “Günümüzde niye böyleleri yapılamıyor?” diye düşünmeden edemiyor insan.
*
Selçuklu ve Osmanlı’da sadece hükümdarlar değil, sıradan insanlar da vakıf kurmuşlar. Kendilerine ait bir gayrimenkul veya menkulü önemli gördükleri bir iş için –eğitim, sağlık, bayındırlık vs- vakfetmişler. Örneğin kişi, gayrimenkulünü imarethane haline getirmiş. Kendi mülkiyet hakkından vazgeçerek onu sonsuzluğa bırakmış. Kişi öldüğünde o imarethane yaşıyorsa, vakıf da yaşamaya devam ediyor.
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün de işi, gayrimenkulün vakıf kurucusunun istediği amaç doğrultusunda yaşamasını sağlamak. Bu tabii, çağın koşullarına uygun şekilde yapılıyor. Örneğin bir medrese bugün kütüphane olarak kullanılabiliyor.
Vakıfta ‘hayrat’ ve ‘akar’ diye iki yapı var. Örneğin kişi imarethaneyi kurmuş ama ayakta kalabilmesi ve amacını sürdürebilmesi için buraya bir para akışı olması gerekiyor. Onun için, imarethanenin yanına çarşı yapmış. Veya evini de vakfederek “Kirası imarethaneye gidecek” demiş. Hem akar hem de hayrat ayakta kaldığı sürece vakıf yaşıyor.
*
Türkiye sınırları içinde bu şekilde 52 bin Selçuklu ve Osmanlı vakfı var. Kiminin akarı hayatta, kiminin hayratı. Mesela akar hayatta kalmışsa, onu canlı tutmak için çalışıyor genel müdürlük. O vakfın akarından elde edilen gelirle akarı yok olmuş başka bir vakfın aynı amacına para harcanıyor. Başka bir amaç için kullanılamıyor.
Vakıflar Saraybosna’da bir vakıf arazisine öğrenci yurdu yapıyor çünkü onun akarından elde edilen gelirle eğitim bursu verilecek. Bunu Türkiye Cumhuriyeti olarak yapmıyor, Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak yapıyor.
Vakıflar Genel Müdürlüğü bağımsız bir yapıya sahip. Başbakanlığa bağlı çünkü Maliye’den sonra en zengin kurum ve denetlenmesi gerekiyor.
Önemli kararları Vakıflar Genel Müdürü tek başına vermiyor. Üyeleri seçilerek gelen Vakıf Meclisi’nde bu kararlar alınıyor.
*
Vakıflar’ın yaşadığı zorluklara gelirsek...
Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, yurtdışı restorasyonlar ve temsilcilikler anlamında mevzuatın açık olmadığını söylüyor: “Türkiye’de ne yapıyorsak yurtdışında da yapabilmeliyiz. Bu da mevzuata açıklayıcı bir hükmün konmasıyla mümkün.”
Vakıf konusunda deneyimli ve birikimli hukukçular ile bilirkişilerin yok denecek kadar az olması bir sorun. Vakıflara dair konular mahkemeye intikal ettiğinde genel hukuk çerçevesinde karar veriliyor. Oysa vakıfların mevzuatı apayrı. Vakıfların malları -genel kanının aksine- kamu hukukuna değil, özel hukuk hükümlerine tabi. Ama belediyeler ve kamu kurumları, sanki bu mallar kamu malıymış gibi, onlara ilişkin taleplerde bulunuyor; örneğin vakıf arazisi üzerine park veya yol yapmak istiyorlar. Bu algı, özellikle de hukukçuların algısı değişmeli.
En önemlisi...
Vakıflar personel sıkıntısı çekiyor. Sekreteri, hizmetlisi ve memuru dahil olmak üzere personel sayısı 1800. Kuruma daha çok mimar ve mühendis alınması şart; devlet bunun yolunu açmalı. Yılda en az 250 restorasyon şantiyesi açan bir kurumun teknik personel sayısının daha fazla olması gerekir, öyle değil mi?
*
Atatürk’ün 1 Mart 1922 TBMM açılış nutkunda dediği gibi,
“Vakıflar, memleketimizin mühim bir servetini teşkil eder”.
Madden ve manen.
Unutmamalı.
Paylaş