Paylaş
Artık bu şehri tanıyamıyorum.
Sadece kentin hafızasının silinmesinden, Beyoğlu’nun başka bir yere dönüşmesinden falan bahsetmiyorum, 20 yılda betonla örülen Şanghay’da gibi hissediyorum kendimi. Çocukluğumun o sade ama renkli, hem tarihi hem yeşili bol, dünya güzeli kenti gitti... Yerini ruhsuz AVM’lerle dolu, sokakları ve kaldırımları insanlara değil araçlara hizmet eden, büyüye büyüye kalan son ormanlarını ve çeperindeki şirin köyleri yutan bir canavar aldı.
İstanbul siluetini kaybetti.
Ama daha acısı, biz İstanbul’umuzu kaybettik. Her tepe oyuldu, betonla dolduruldu; bir tepeden bakarken, aralarda can çekişen 3-5 koru dışında, Boğaz’ı çevreleyen bir yeşil göremez olduk.
Eskiden eğri büğrü de olsalar alçak binalar ve ağaçlı sokaklarla doluydu bu şehir. Onların yerine ve şehrin açık arazilerine boğucu dev beton bloklar, gıpgri yollar geldi.
Refüjlere süs çiçeği dikerek telafi edilecek bir kayıp değil bu.
AHLAKİ SINIR TANIMAYAN BÜYÜME HEM İSTANBUL’U HEM BİZİ YOK EDİYOR
Habertürk’e konuşan uzmanların söylediğine göre, İstanbul’da kişi başı yeşil alan miktarı 1 metrekareye kadar düşmüş.
Kişi başı yeşil alan miktarı Stokholm’de 90, Viyana’da 60, Singapur’da 46, Amsterdam’da 45, New York’ta 27, Şanghay’da bile 18 metrekare.
Buralarda yaşayanlar insan da biz değil miyiz?
Doğal çevremizden koparıldığımız bu beton mezarlıkta safi refüjlerdeki çimenlerle halimiz, hayvanat bahçesinde kafesine iki kaya, bir tutam yeşillik koyup doğadalarmış gibi kandırılan canlılardan farklı mı sahiden?
Biz artık İstanbul’da kirli hava soluyoruz. Dünyanın her yerinde çeşmeden su içilirken, biz burada sağlıksız plastik şişelerden paramızla su içiyoruz. Ahlaki ve ekolojik sınır tanımayan bu büyüme sadece doğayı değil, biz İstanbulluları da yok ediyor. Bu şehir bizi artık hasta ediyor.
Kirlilik artıyor, çirkin devasa binalar etrafımızı sarıyor, trafikte aklımızı yitiriyoruz.
Sadece o zarif sureti değil, ruhu da yitip gitti İstanbul’un. Büyüme hırsı onu alelade bir metropole, bizi de kalitesiz hayatlar süren robotlara dönüştürdü. İhtiyaçlarımız dikkate alınmadı, biz ve doğal çevremiz arasındaki denge saygısızca bozuldu.
Yeşil vadilerde kuş sesleri vadeden gayrimenkul projeleri sadece bu güzelim kenti bir ucubeye dönüştürmekle kalmadı, aynı zamanda zekâmıza da hakaret etti. Ne de olsa bunlar, aslında yeşil vadileri tıraşlayarak ve kuşları yuvalarından kovarak yükseliyor.
İSTANBUL’DA ARABA OLSAM DAHA DEĞERLİ HİSSEDERDİM
Köprüydü, havalimanıydı derken delik deşik edilen Kuzey Ormanları’ndan, çevresindeki baskıyla ağaçları kuruyan Belgrad Ormanı’ndan geçtim, sayısı iki elin parmağını geçmeyen parklarımızı bile yitirmek üzereyiz. En son, füniküler hattı için Aşiyan Parkı’ndaki ağaçlar işaretlendi. Taşınacaklarmış.
Bir ağaç taşıma lafıdır gidiyor. Oldu olacak bizi de taşıyın!
Kamulaştırma bedelleri çok yüksek olunca, tabii en kolayı parklar ve bahçelere proje yapmak oluyor.
Janet Biehl, “Toplumsal Ekoloji Siyaseti” kitabında büyümeye kafayı takmış kent yönetimini şirket yönetimine benzetir. Artık bir kentin başarılı sayılma ölçütü, onun mali kârlar elde etmesi ve şirketlerin büyümesi için gereken fiziki altyapıyı sağlamasıdır.
Büyümeyi teşvik etmek ve artırmak için kentlinin nefes alabileceği yerler yerine kâr meselesine odaklanılır.
İstanbul’un nüfusu her yıl yüzde 2 artıyor, trafiğe her yıl yüzde 5 yeni araç giriyor. İnsanı gözeten dengeli bir kalkınma politikası olmayınca da burada yaşamak giderek imkânsızlaşıyor.
Birkaç metropolde yaşadım ama hiçbiri beni İstanbul’un şu hali kadar mutsuz etmedi, hiçbirinde kendimi bu kadar değersiz hissetmedim. İstanbul’da araba bile olsam sanırım kendimi daha değerli hissederdim!
Orhan Veli İstanbul’u bugün dinleseydi eğer, ne kuş sesleri ne rüzgârın uğultusu, safi iş makinelerini duyacaktı.
Çok acı ve fakat çok gerçek; İstanbul bitti.
Paylaş