Paylaş
Bunu biliyoruz. Peki, seçildiği ilk günden beri Anayasa’yı ihlal etmekte sakınca görmeyen Cumhurbaşkanı’nın yeni anayasaya uyacağını kim garanti ediyor?
Hatırlayalım: Anayasa’ya göre Cumhurbaşkanı seçildiği gün partisi ile ilişkisini kesmesi gerekiyordu, kesmedi. Partisinin kongresine hem genel başkan hem de seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak girdi. Tarafsızlık yeminini tutmadı. Partisi için seçim mitingleri bile yaptı. Hükümetin bütün işlerine bizzat dahil olması da ekstrası.
Yani, Cumhurbaşkanı, Anayasa değişikliği önerisinde de birçok yerde geçtiği gibi “gerekli gördüğü her anda” Anayasa’yı ihlal etmekten kaçınmadı.
Yeni anayasaya uyacağının garantisi nedir?
Şimdi diyebilirsiniz ki “Kendi yaptırdığı Anayasa’yı niye ihlal etsin?”
O zaman gelin, Anayasa değişikliğinde Cumhurbaşkanı’na verilen yetkilere bir bakalım, kararı öyle verelim.
Anayasa değişikliği bu haliyle gerçekleşirse, Cumhurbaşkanı, Anayasa’da açıkça kanuna gönderme yapılmayan her konuda kararname çıkarma yetkisine sahip olacak.
Bakanlıklar ile ilgili her türlü düzenlemeyi yapabilecek, illeri birleştirebilecek, istediği yeni iller kurabilecek.
Herhangi bir yetki yasasına ihtiyaç duymadan Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri aracılığıyla ülkeyi yönetecek. Yönetmelikleri değiştirebilecek, yenilerini çıkarabilecek.
Kanun gücündeki kararnameler ile memleketi yönetirken de alıştığı gibi “gerekli görürse” Anayasa’yı yine takmayacak.
Ve bunu engelleyebilecek herhangi bir mekanizma da yok.
Tabii bunu Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha Cumhurbaşkanı seçileceği varsayımıyla yazıyorum.
Zaten AKP–MHP koalisyonu da aynı varsayımla bu değişiklikleri yapıyor.
Peki oldu da bir başkası cumhurbaşkanı seçildi.
Onun Anayasa’ya uymasını sağlayacak garanti nerede?
MHP Lideri o vakit de yeni cumhurbaşkanının kafasına göre bir anayasa mı yapacak?
TEK PARTİ REJİMİNE GİDİYORUZ
AKP, Anayasa değişikliği ile hükümet sisteminin değişeceğini, bunun bir rejim değişikliği olmadığını söylüyor.
Ancak, Türkiye’de rejim değişecek. Uzun bir aradan sonra “parti devletine” dönüşün yolu açılıyor. Hükümet sistemi değişirken, yapılmak istenen şey bu.
Meclis’in temsil fonksiyonunu büyük ölçüde yitirdiği, egemenliğin seçilmiş bir tek kişinin eline bırakıldığı bir dönem.
İsterseniz buna rejim değişikliği demeyin, sistem değişiyor deyin, olacak olan bu.
Seçilecek cumhurbaşkanı, aynı zamanda partisinin de başında olacak. Valileri, kaymakamları, aklınıza gelecek bütün bürokratları, müsteşarları, genel müdürleri, büyükelçileri, konsolosları Başkan tayin edecek.
Ve onlar da Başkan’ın adamları olarak, Başkan’ın partisinin birer üyesi gibi davranacaklar.
Bugün bile parti üyesi gibi davranabilen valilerin, bürokratların o dönemde nasıl davranacaklarını kolayca tahayyül edebilirsiniz.
Beş sene sonra, yeni bir cumhurbaşkanı seçilince, devletin üst düzeydeki kadroları bir kez daha değişecek.
Bu kez A partisinin değil, B partisinin adamları görev başına gelecek.
Beş sene sonra haydi bir daha...
Türkiye, bitmek bilmeyen bir partizanlık döngüsünün içine girecek.
İstikrardan anladığınız şey bu mu?
Yoksa amaç bambaşka mı?
“Bir kere devleti ele geçirirsek, ondan sonra bütün güç elimizde, kimse bizi iktidardan indiremez” diye mi düşünüyorsunuz?
DERDİNİZ GERÇEĞİ BULMAK MI?
ÖNCEKİ gün Hürriyet muhabiri Banu Şen, önemli bir gazetecilik başarısına imza attı.
Rusya Büyükelçisi’ni öldüren katilin ablasına ulaştı, konuşmaya ikna etti ve yaptığı söyleşi de pazartesi günü yayımlandı.
Bu, dünyanın her yerinde önemli bir habercilik başarısıdır.
Artık konuşturulması mümkün olmayan bir katilin, gerçek hayattaki profilini çıkarabilmek, onu bir suikastçıya dönüştüren süreci anlayabilmek için de yapılması gereken bir iştir.
Kuşkusuz ki olayı soruşturan Emniyet birimi de aynı şekilde davranmış ve aileyi konuşturarak gerçeğe ulaşmaya çalışmıştır.
Ancak Türkiye’de işler böyle yürümüyor. Kendisine gazeteci süsü veren bir trol ordusu, aklına estiği gibi terör estiriyor.
Kendileri gazetecilik yapmadıkları, yapmaya da niyetli olmadıkları için bu normal.
Yandaş medyadaki iddialara göre, Hürriyet, bu haberiyle “algı operasyonu” yapmak istiyormuş.
Suikastçının ablasına, söylemediği bir sözü söylettirmemişiz. Ablasının ağzından “Kardeşim FETÖ’cüydü” diyecekmişiz.
Bir kere o sizin yaptığınız bir iş, biz söylenmemiş sözleri, söylenmiş gibi yazmayız.
Suikastçının ablası da açıkça söylüyor ki kardeşi, polis meslek yüksekokuluna gidene kadar normal bir insanmış.
Ne olduysa orada olmuş. Onu kim kandırmış, kim psikolojisini ele geçirip onu ileride kullanılmak üzere bir proje olarak yetiştirmiş? Bunları ablasının bilebilmesine olanak var mı?
Ablasının söylemediğini bizim yazmamıza olanak var mı?
Bunu bulmak, soruşturmayı yürüten savcı ve Emniyet ekibinin işi. Buldukları vakit, buldukları gerçek neyse onu da yazarız, merak etmeyin.
Ortaya çıkıyor ki kendisine gazeteci süsü veren bu tipler, kararlarını vermişler, suikastçı FETÖ’cü.
Olabilir, kişisel olarak ben de bu ihtimali çok yüksek buluyorum.
Kaldı ki, Banu Şen’in mülakatında ablasının aktardıkları, katilin FETÖ’cü bir organizasyonun içine çekildiği konusunda çok önemli işaretler de taşıyor. Zaten yakın zamana kadar polis meslek yüksekokullarının neredeyse tümünde Fetullahçıların muazzam bir hâkimiyeti vardı. Zaten Hürriyet manşeti de buradan atmış, “Polis okulu onu değiştirdi” diye.
Ayrıca, katil Mevlüt Mert Altıntaş’ın polis memuru arkadaşı S.’nin sürekli gözetimi, kontrol altında tutulması da yine mülakatta karşımıza çıkan çok dikkat çekici bir unsur.
Mülakatın çizdiği tablo, katilin bir FETÖ projesi olduğuna işaret ediyor mu? Bence ediyor.
Ama bu son tahlilde bir yorumdur. Ablasının ağzından çıkmayan bir sözü gazete zorla kendisine söyletemez.
Bu cinayet, Türkiye–Rusya ilişkilerini bozmak için işlendi. Asıl olan bunu kimin yaptırdığını bulmaktır, kafalarımızdaki senaryolara göre hikâye yazmak değil.
Paylaş