Paylaş
“Maltepe’de bir miting ile noktalayacaklarını söylüyorlar. Şiddet yaşanmadığı takdirde sonuna kadar izin veririm. En ufak hukuksuzluk olması halinde gereken müdahale yapılır.”
Cumhurbaşkanı’nın sözleri, her türlü yürüyüş ve toplantıya izin vermeyerek, polis gücüyle engellemeyi alışkanlık haline getiren kamu yöneticilerinin, valilerin, kaymakamların kulaklarına küpe olmalı.
Çünkü Cumhurbaşkanı’nın yürüyüş ve miting ile ilgili söylediği söz, esasen onun bu konuda çok yüce gönüllü bir davranış gösteriyor olmasından kaynaklanmıyor.
Cumhurbaşkanı böyle söylüyor, çünkü belli ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni, Anayasa’yı, AİHM ve AYM kararlarını, Yargıtay içtihatlarını biliyor.
Onun bilip de diğer kamu yöneticilerinin bilmezden geldikleri şey şu:
Barışçı olduğu, şiddete yönelmediği sürece her türlü toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan her vatandaşın hakkıdır.
Bunun için herhangi bir makamın iznini almaları da zorunlu değildir, serbestçe kullanılması gereken bir haktır.
Şiddete yönelmediği sürece, kamu yöneticilerinin görevi, bu hakkın kullanımını kolaylaştırmak, bu hakkı kullanmak isteyenleri dışarıdan kaynaklanacak engellemeler ya da saldırılardan korumaktır.
Mesela İstanbul’da LGBT bireylerin yapmak istedikleri Onur Yürüyüşü’ne valilik izin vermedi.
Bu amaçla toplananlar, herhangi bir şiddete yönelmedikleri halde polis tarafından engellendiler, tartaklandılar, gözaltına alınarak hürriyetlerinden mahrum bırakıldılar.
Vali’nin, Cumhurbaşkanı’nın sözlerini bir kez daha okumasında yarar var. Unutmasınlar ki Olağanüstü Hal uygulaması, AİHS ve Anayasa ile teminat altına alınan temel hakların kullanılmasını engellemeye yetmez.
Temel hakların kullanımı, herhangi bir kısıtlamaya tabi olamaz.
TÜRK ADALETİNDEN ÖRNEK BİR OLAY
MAHSUM Mızrak 14 yaşındaydı. Enes Ata ise 8. Artık hep o yaşta kalacaklar, çünkü Diyarbakır’da hiçbir şekilde bir parçası olmadıkları olaylar sırasında, polisin attığı gaz fişekleri ile başlarından vurularak öldüler.
Yakınları, Mahsum Mızrak’ı ancak küçük yaşta elinde kalan bir yara izinden teşhis edebildi.
Kafasında saplanıp kalmış olan gaz fişeği neredeyse bütün halde duruyordu. Seri numarası okunabiliyordu.
İki soruşturma ayrı ayrı yürütüldü. Tesadüf bu ya, iki olayda da gaz fişeğini atma olasılığı bulunan üç polis memuru da aynı kişilerdi. Davalar bunun üzerine birleştirildi.
Sanıklardan hangisinin öldürücü etki yaratan fişeği attığını tespit etmek için balistik inceleme yapılacaktı ki Mızrak’ı öldüren fişeğin Adli Emanet’ten kaybolduğu haberi geldi. Yine büyük bir tesadüf eseri, Enes Ata’yı öldüren fişeğin parçası da aynı yerde kayboluvermişti.
Fişeklerin taşınma sırasında “delinen” torbadan düşmüş olabileceği değerlendirildiği için Adli Emanet’ten yapılan hırsızlıkla ilgili bir işlem yapılmadı.
Bu arada polislerin ifadeleri de alınmadı, 8 yıllık zamanaşımı süresi böylece dolduruldu.
Savcı da üç polisin beraatını istedi.
AİHM, bu davalardaki yaşam hakkı ihlalleri nedeniyle Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm etti, suçlular serbestçe gezerlerken biz vergilerimizle bu tazminatları ödedik.
Bir devlet ve adalet düzeni için utanç vesilesi olması gereken bu öyküyü Milliyet’te Gökçer Tahincioğlu yazdı, ben de o vesileyle haberdar olabildim.
Şimdi herkes aynada kendi gözlerinin içine bakarak şu soruyu sorsun: Türkiye’de “adalet” var mı? Adalet karşısında herkes eşit mi?
DEMOKRASİ İKİ DUDAK ARASINDA
İNSAN haklarını savunmak için kurulmuş derneklerin yöneticilerinin Büyükada’daki toplantıları, polis tarafından basıldı ve 12 kişi gözaltına alındı.
Gözaltına alınanlar arasında Uluslararası Af Örgütü Türkiye Direktörü ile iki yabancı insan hakları savunucusu da var.
“İnsan hakları savunucularının korunması programı” kapsamında düzenlenen bir eğitim toplantısı bu.
Bizim gibi ülkelerde insan haklarını savunmak devletin ve belli kesimlerin gözünde “tehlikeli faaliyet” gibi görünüyor ve “savunanları savunmak” başlı başına bir iş.
Polisin gözaltı kararı almasının nedeni “bir ihbar”.
Bu ihbar üzerine toplantının yapıldığı otel, polis kuvvetlerince sarılıyor, içeridekiler derdest ediliyor.
Türkiye’nin ne hale getirildiğinin küçük bir özeti.
Kimin yaptığı, ne olduğu bilinmeyen bir ihbar, bir gece vakti 12 kişinin birden polis tarafından toplanıp götürülmesine neden olabiliyor.
İhbarda sözü edilen “suç” gerçek mi, ihbarı yapanın nasıl bir amacı var, kimsenin umurunda değil.
Çünkü Türkiye’de işler böyle yürüyor.
Tek delili “isimsiz bir ihbar” olan iddianamelerle insanlar tutuklanabiliyor, senelerce hapiste tutulabiliyor.
Vatandaşların bu tür toplantılar yapmaları için kimseden izin almalarına gerek yok. Yaptıkları iş ayrıca fiilen bir suça dönüşmediği sürece bir odada toplanıp isterlerse aylar boyunca konuşmak hakkına da sahipler.
Bu gözaltı kararını bir savcı verdiyse, o da suç işlemiş, polis kendiliğinden harekete geçtiyse o emri veren de suç işlemiş.
İşlenen suç, vatandaşların Anayasa ile teminat altına alınmış haklarının kullanılmasını engellemek için hürriyeti kısıtlamak!
Türkiye’de demokrasi bu kadar işte!
Bir polis şefiyle, bir savcının iki dudağının arasına sıkışmış bir demokrasi!
Paylaş