Paylaş
“Milli ve yerli” dış politikanın ilk meyvelerini toplamaya başladığımız görülüyor.
Diplomasi ile ilgisi olmayan bir politika bu belli ki.
Avrupa’da bazı ülkelere hâkim olan “popülizm” hastalığı, ırk ve din temelli bir düşmanlık üzerinde yükselmeye çalışıyor.
Hollanda’da yaşadığımız şey tam olarak budur. Hollanda’nın tutumu hiçbir şekilde onaylanamaz, hoş görülemez.
Hollanda’nın aşırı sağcı muhalefet liderinin izandan yoksun olduğunu biliyoruz ama Hollanda Başbakanı da onun kazdığı kuyuya düşmemeli, devlet adamı sorumluluğuyla hareket etmeliydi.
Türkiye’de de bir popülist politika sorunu olduğu bir gerçek ve bu da “Batı düşmanlığı” üzerinde yükseliyor.
Oysa, Hollanda ile yaşanılan sorun, kriz noktasına gelmeden kolayca önlenebilirdi.
Dışişleri Bakanı’na iniş izni vermeyen Hollanda’ya karşı yapılacak iş, bir başka bakanı karayoluyla Hollanda’ya göndermek değildi.
Onun sınır dışı edilmesi ve yöntemini eleştirmeliyiz ama bu diplomasinin yöntemleriyle yapılmalı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin varlığı üzerinde ısrar edilerek ortaya konulmalıydı.
Orada yaşayan Türkleri zor duruma düşürecek tavırlardan kaçınılmalıydı.
Hollanda’nın yaptığı hukuksuzluğa karşı diplomasiyle mücadele etmek, Avrupa’da demokratik değerlere inananları Türkiye’nin yanına çekerek bunun yaratacağı baskıyla sorunu çözmeye çalışmak gerekiyordu.
Şimdi bol bol nutuk dinleyeceğiz: Yanlarına kalmayacak, bedelini ödeyecekler, ayaklarımıza kapanıp özür dileyecekler vs.
Bu sonuç verecek bir yöntem değil, daha önce İsrail ile, İtalya ile, Rusya ile yaşadığımız krizlerde de bunu gördük.
BİRAZ İNCELİK GEREK
YANLIŞ hatırlamıyorsam Onur Öymen’in “Silahsız Savaş-Bir Mücadele Sanatı Olarak Diplomasi” isimli kitabında, diplomasinin güzel tariflerinden birisi vardı.
Bir diplomat sana “Cehenneme git” derse, koşa koşa gider bilet alırmışsın!
Diplomasi, bir mücadele biçimidir ve aynı zamanda bir sanattır, incelik gerektirir, empati yeteneği gerektirir, sokaktakinden farklı bir dil gerektirir.
Bizim Dışişleri Bakanlığı mensuplarının çoğunluğu bu işi iyi bilirler. Politikacıların o meslek mensuplarını “monşer” diye küçümsemeleri bu gerçeği değiştirmez, birçok sorunu onlar çözerler.
Politikacıların bozduğu ilişkileri, onların çabaları düzeltir.
Çünkü medeni dünyada sorunlar bağırıp çağırarak değil, konuşup bir ortak noktada buluşarak çözülür.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, geçenlerde bir yabancı gazetecinin sorduğu saçma sapan bir soruya “bullshit” diye yanıt verdi.
Sorunun saçmalığını düzgün bir şekilde açıklamak ve hak ettiği yanıtı incelikle vermek yerine argoyu tercih etti.
Önceki gün de Hollanda Başbakanı Mark Rutte’yi hedef aldı: “Sen ne lalesisin bilmiyorum ama bizim ülkemizde lalenin en güzeli var.”
Yaşanılan krizi aşabilmek de bu yolla mümkün değil.
Hollanda’yı demokratik Avrupa’nın vicdanında mahkûm etmek için, ısrarla üzerinde durmamız gereken şey özgürlüklerin altını çizmek, insan hakları sözleşmelerini hatırlatmak ve bunu öfkeyle değil, haklılığına güvenenlerin sükûnetiyle yapmak gerekiyor.
BAZILARI DAHA EŞİT
BİLGİ Üniversitesi’nde 8 Mart Kadınlar Günü’nü kutlayan öğrencilere bir grup, eli bıçaklı zorba saldırdı. Yaralananlar oldu, kızlar yerlerde sürüklendi, dövüldü.
20 kişilik saldırgan gruptan 6’sı yakalandı, onlar da savcılığa çağırılmaya bile gerek görülmeden, savcılık talimatıyla karakoldan serbest bırakıldı.
Saldırganların bir bölümü üniversitenin öğrencisi, rektörlük oralı bile değil.
Bir de tersini düşünelim.
Saldırıya uğrayan bir grup türbanlı öğrenci olsaydı, neler olurdu?
Neler olabileceğini, “Kabataş’ta türbanlı kadına saldırdılar” yalanı üzerine yaşadıklarımızdan biliyoruz.
Polis günlerce bu hayali saldırganları aradı, politikacılar yalan olduğunu bile bile demeçler verdi.
Geçenlerde akli dengesi yerinde olmayan bir kadın, türbanlı bir genç kıza tokat attı diye nelerin yaşandığını, kadının tutuklandığını, nefret suçundan hakkında işlem yapıldığını biliyoruz.
Savcı Bey’e sormak isterim: Elinde bıçaklarla, bir anayasal hakkı kullanmak için toplananlara saldıranlar, iktidarın tosunları değil de mesela sol görüşlü birileri olsaydı, serbest bırakır mıydı?
Ne gizli örgütler icat eder, ne yapar eder, saldırganları tutuklamanın bir yolunu bulurdu.
Bu ülkede artık çift hukuklu bir hayata mı alışmamız lazım?
Kanun önünde her vatandaş eşit değil mi?
Yoksa George Orwel’in, Hayvanlar Çiftliği’ndeki gibi bu ülkede “Bazıları eşit ama bazıları daha da mı eşit”?
Paylaş