Paylaş
O videolardan “kaptığım” şeyler de var tabii. Mesela benim “emeklim” var, gereken yerlerde söyleyebiliyorum artık.
Geçenlerde gazetede okudum, RTÜK’e bu programları yasaklaması için vatandaşlardan binlerce şikâyet geliyormuş.
Televizyonun tek kanallı olduğu ve uzaktan kumandanın da bulunmadığı yılları biliyorum. O zaman çaresiz herkes aynı şeyi izlemek zorunda kalıyordu.
Ama şimdi televizyonda kaç kanal var, sayısını kestirmek bile zor. D Smart ya da beIn kutusu olanlar, açık kanalları beş kuruş ödemeden de izleyebiliyorlar. Kablo yayın alanlarda da durumun farklı olduğunu zannetmiyorum.
Ve bunun kadar önemlisi televizyonların artık “uzaktan kumandası” da var. Evlerde bir iktidar sembolü olarak, sözü en çok geçen şahsın yakınında duruyor.
Beğenmediğin bir program çıkınca yapman gereken tek hareket, kumandayı eline almak ve başparmağını birazcık oynatmak. Hop başka kanala. Beğendiğini bulana kadar bas dur. Niye şikâyet ediyorsun, zorla mı seyrettiriyorlar?
Bu tipler belli ki her şey istedikleri gibi olsun isteyen, herkesten kendini sorumlu zanneden tipler.
Toplumumuzda da başkasının yaptığına ettiğine karışma merakı genetik bir özellik de sayılır, belli ki şikâyetlerin temelinde esasen bu yatıyor.
Geçenlerde New York Times’ta, Çin’deki evlendirme programları ile ilgili bir yazı yayımlandı.
Bu ülkede her gün 200 milyon kişi televizyonun karşısına geçip bu programları izliyormuş.
Buna göre Çin’de evlenmek isteyen kadınların erkekte aradığı şey şu: Erkeğin mali durumu! Kıza iyi bir hayat yaşatacak mı, güzel elbiseler vs alabilecek mi? İyi bir evde yaşamasını sağlayıp tatile götürebilecek mi vs.
Hatta programa katılan kızlardan birinin söylediği şu söz ülkede bir slogan haline de dönüşmüş: “Bisiklette gülmektense, BMW’de ağlamayı tercih ederim!”
Buna karşılık erkekler de kızlarda öncelikle “masumiyet” arıyorlarmış. Güzellik ve gençlik bundan sonra etkili olabiliyormuş.
“Masumiyet” arayışının ne olduğunu tam anlayamadım. “Bekâret arayışı” diye yorumlamış Hıncal “Abi” Uluç, Sabah’taki yazısında.
Çin gibi geleneksel değerler konusunda muhafazakâr olmakla birlikte kadının, erkek ile neredeyse eşit olarak toplumsal hayatın her aşamasında yer aldığı bir ülkede, zor bulunan bir şey olsa gerek.
“Az” bulunan daha kıymetlidir, bu evrensel bir kural. Zümrüdün, Erzurum taşından daha değerli olması gibi bir şey yani.
Bu durum bir hata sayılmaz tabii, evrim sürecinin bize oynadığı bir oyundan ibaret bir şey.
Gerçi ders kitaplarından çıkarmak istiyorlar ama yaşamın temel gerçeğini değiştirmiyor gördüğünüz gibi.
Biyokimyasal sistemimiz, binlerce yıldır hayatta kalmak ve üremek olasılığımızı arttırmak üzere evrildi.
Onun için çağımızda kızların “hayatta kalmak için” gözlerini paraya dikmelerinde, erkeklerin de nesillerini başkalarıyla karışma olasılığına meydan vermeden devam ettirme isteklerine şaşırmıyorum.
Bu, insan doğasının bir eseri!
Bunu yazınca kulaklarımda, Kurban grubunun “Yalan dostum, aşk diye bir şey yok” videosundaki sözler yankılandı.
Şarkı, bence Türk rock müziğinin önemli şarkılarından biri, gerçi bazı burnu büyük gruplar çalmalarını rica ettiğimde çalmıyorlar ama ben bunu “kıskançlığa” bağlıyorum.
Neyse, konumuz bu değil. Klibin sonunda Cüneyt Arkın’ın sesinden ve kendine özgü vurgusuyla şu sözleri duyuyoruz:
“Rüyaların en tatlısı aşktır.”
Hülya Koçyiğit o buğulu sesiyle yanıtlıyor: “Yalvarırım bir daha aşktan söz etme bana!”
Ama söz etmeye devam ediyoruz çünkü üremeye ve hayatta kalmaya programlıyız.
Ve biyokimyasal sistemimiz, bu yönde hareket ettiğimizi görünce bizi ödüllendiriyor, “haz” duygusu veriyor.
Onun için esasen kadın ya da erkek peşinde koşuyoruz, amacımız üremek ve hayatta kalmak ama bu koşu sırasında öyle haz alıyoruz ki bunu tekrarlamadan da duramıyoruz.
Bu duygu, bir bakıma kendi içimize doğru yaptığımız bir yolculuk da.
Hem kendimizi keşfediyoruz, hem de karşımızdakini keşfetmeye, içine doğru akmaya yöneliyoruz.
Birbirlerinin duygularına karşılık veren iki kişi kendi varlığının köklerini diğerine aktarır, birlikte düşünmeye ve hissetmeye başlar.
Küçük ayrıntılar birbirini besliyor, iki ayrı beden içinde de olsanız, ruhlarımız tekleşiyor. Aşka bu nedenle “kendinden geçme hali” de diyoruz.
Sarhoşluğa benzer bir kendinden geçme hali değil tabii bu. Kendi varlığından uzaklaşarak bir başka varlığın içinde erime, yok olma isteği.
Bu durum bugünden yarına gelişmez tabii. Küçük ayrıntılardan beslenerek ilerler.
Başlangıçta sadece saçlarını ya da gözlerinin rengini ya da yüzündeki ifadeyi ya da gülüşünü, “üzerine olan evini”, “emeklisini” vs beğendiğiniz insana doğru aktıkça yeni “ayrıntılar” keşfedersiniz.
Oturuşu, konuşması, bardağını tutuşu, saçını savuruşu, banyoda yüzünü kurulayışı.
Bitmek bilmez bir keşif yolculuğudur çünkü bu.
Onun da sizde böyle ayrıntılar keşfetmesini bekler, bunun gerçekleştiğini gördükçe mutlu olursunuz.
Birçok insanın en sevdiği dönemin ilişkinin flört evresi olmasının nedeni budur.
Onun için dostum, yalan değil, aşk diye bir şey var.
Cüneyt Arkın haklı, rüyaların en tatlısı aşk.
Hülya Koçyiğit de haklı. Oradan beklenmedik bir darbe gelince onun gibi konuşuyoruz: Yalvarırım bir daha aşktan söz etme bana!
Ama söz etsek de etmesek de, Çin’de de olsa, Hint’te de, Türkiye’de de, gerçek hep aynı.
Kızlar başka şeyler arıyorlar, erkekler başka şeylere bakıyorlar.
Fikirleri başka başka da olsa, koyun, kurt ile gezmeye doyamıyor, kurt koyundan vazgeçemiyor.
Paylaş