Paylaş
Dağların üzerinde biriken kar, çoğu zaman yüreğimizi yakıyor işte...
Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Yağan beyaz bir sükût, bir mahşerdir sanki kar!” deyişindeki kara günleri yaşıyoruz...
Ve her gün bir yerlerden gelen haberler içimize kar gibi yağıyor... Buz kesiyor elimiz, ayağımız ve yüreğimiz...
* * *
Elazığ, Malatya ve Manisa depremleriyle başlayan yüreğimizdeki yangını söndürmeye çalışırken, İdlib’de şehit edilen 8 Mehmetçiğin acısı bir kurşun gibi vuruyor bizi...
Sezai Karakoç’un “En güzel şarkıyı bir kurşun söyler” deyişindeki günleri yaşıyoruz sanki...
* * *
Van’ın Bahçesaray yolunda iki çığ faciası... 41 kişinin ölümüyle bir kez daha yandı yüreğimiz...
İstanbul’daki uçak kazasında 3 kişinin öldüğü ve yüzlerce kişinin yaralandığı haberinden sonra da kendimize gelmeye çalışıyoruz...
* * *
Bir denizin kenarında oturup dalgaların bitmesini bekliyor gibiyiz...
Diliyoruz ki bu son olsun...
Elbette her ülke felaketler yaşıyor...
Ama her felaketin ardından ülkede büyük bir kavga yaşanmıyor ve bizdeki kadar siyasi tartışmalara neden olmuyor...
İşte bu bölünmüşlük bizi daha çok kahrediyor...
* * *
Çin son günlerde tarihinin belki de en büyük felaketini yaşıyor...
Ve yaşadıklarıyla tüm dünyayı tedirgin ediyor ama kendi içinde büyük bir kutuplaşmaya giden kavgaları yaşamıyor...
Biz niye böyle olduk?
Felaketlerin acısını birlikte yaşıyoruz, birlikte üzülüyoruz, o halde birbirimize düşman olmayı nasıl başarıyoruz anlamış değiliz...
Diyorlar ki:
*Birlikte ölmesini bildik savaşlarda ama birlikte yaşamasını bilmiyoruz...
* * *
“Bazen ihmal en büyük ihanettir” diyordu güzel bir dost...
Her yaşanan felakete neden olan ihmalleri duydukça daha çok üzülüyoruz...
Diyorlar ki:
*Mezarlıklar yaşaması gerekenlerle doludur...
* * *
Kriz olduktan sonra “kriz masası” bir işe yaramaz...
Krizlere hazırlıklı olmak bir işe yarar...
Bugüne kadar kaç tane çığ tatbikatı yapılmış?
Ve deprem kuşağındaki illerimizde kaç tane deprem tatbikatı yapılmış?
Kısacası, illerdeki her sorumlu görevini en iyi şekilde yapacak ve olası krizlere hazırlıklı olacak...
Üniversiteleriyle, yerel basınıyla, yerel yönetimleriyle herkes oturup yaşanan afetlerde ve krizlerde kendi sorumluluk paylarını ve ihmallerini düşünecek...
* * *
Bu ülke kadar ödül töreni düzenlenen başka bir ülke olduğunu düşünmüyoruz...
Birbirimizi ödüllendirip duruyoruz teneke plaketlerle...
Ucuz reklam ve PR peşindeyiz sürekli...
Bu kadar ödüle rağmen yaşadığımız her felaketin ardındaki ihmallere şahit oldukça aklımıza Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’ romanı geliyor...
Suç var ama cezalandırılan suçlu yok ortada... Kimse işini doğru dürüst yapmıyorsa ve her felaketten sonra bütün suçlar Ankara’ya yükleniyorsa ortada büyük bir ihanet var demektir...
* * *
Beyaz ölümlerin ardından herkes beyaz yalanlarına ve ucuz gerekçelerine sığınmayı bıraksın...
Kendimizle yüzleşmeliyiz...
Paylaş