14 Haziran 2008
ANAYASA konusunda hukukçular arasında Türkiye’deki kadar görüş ayrılığı olan bir başka ülke bulmak herhalde çok zordur. Anayasa Mahkemesi’nin, türbana izin veren Anayasa değişikliğini iptal eden kararı ve AKP’yi kapatma davası konusunda hukukçular birbirleriyle olabileceği kadar zıt tutumlar içindeler. İşin ilginç yanı, bundan birkaç yıl önce yaptıkları yorumların bugün tam tersini ileri sürenlerin sayısının bir hayli kabarık olmasıdır. Siyaset hukuka o kadar nüfuz etmiştir ki Anayasa Mahkemesi’nin, Anayasa’nın çok ötesinde yetkileri sahiplenmesi fikri bile yadırganmıyor. Rahmetli Turgut Özal, "Anayasa bir kere delinse ne olur" sözünü ağzından kaçırınca kıyamet kopmuştu.
Şimdi ise Anayasa’nın ihlalini "devletin yüksek menfaatleri" için meşru görenlerin sayısı insanı şaşırtıyor. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, geçen nisan ayında mahkemenin kuruluş döneminde yaptığı konuşmada, hukukun üstünlüğünün yargıcın üstünlüğü olmadığını vurgulamıştı. Galiba bu görüşünde çok yalnız.
* * *
Hukukçu olmayan biri için meseleye mantık çerçevesinde yaklaşmaktan başka çare yok. Bu açıdan bakılınca iş doğrusu çok basit. Anayasa’nın 148. maddesi, Anayasa değişikliklerinin ancak şekil bakımından denetlenebileceğini belirtiyor. Üstelik bu denetimi de "teklif ve oylama çoğunluğuna ve (Anayasa değişikliğinin) ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususlarıyla" sınırlamış.
Bunu niye yapmış? 1982’den önce Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişiklikleri konusunda yetkisini çok kere aştığı için. Demek oluyor ki 148. madde açısından Anayasa Mahkemesi, türbana izin veren Anayasa değişikliğini iptal kararıyla yetkisinin ötesine geçmiştir.
Anayasa’nın mahkeme ile ilgili bölümü yürütmeyi durdurma yetkisine ilişkin bir hüküm de içermiyor. Kıyas yolu ile bu yetkiyi mahkemenin kullanması da mümkün değil. Dolayısıyla iptal kararında yürütmenin durdurulmasının da yasal mesnedi yok.
Dahası var. Anayasa’nın 153. maddesine göre "iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz". Bu hükme de uyulmamıştır. Oysa bu kararda gerekçe özellikle önem taşıyordu; çünkü Mahkeme Raportörü, Başkan’a sunduğu raporda, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa değişikliklerini esastan denetleyemeyeceğini, Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinin dava konusu değişikliklere karşı dermeyan edilemeyeceğini, mahkemenin yasama gücünün yerine kendisini koyamayacağını savunmuştu.
Mahkeme, raportörün savlarından hiçbirini göz önünde tutmadığına göre gerekçesinde bunun nedenlerini iyice aydınlatması gerekir.
İptal kararını haklı göstermek için ileri sürülen bir sav, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Leyla Şahin davasında aldığı karardır. Bunda, AİHM, Anayasa Mahkemesi’nin "türbanın cumhuriyetin temel prensipleri ile uyuşmadığı" yolundaki görüşünü benimsemiş ve türban takma özgürlüğünün kısıtlanmasının bir sosyal ihtiyaca cevap verdiğini kabul etmişti.
Ne var ki, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına karşı AİHM’ye bireysel bir başvuru yapılırsa, AİHM’nin TBMM’nin Anayasa’yı değiştirme hakkına itiraz etmesi herhalde beklenemez. Hukuki emsal peşinde olanlar, ABD Yüksek Mahkemesi’nin 1803 tarihinde aldığı bir kararla anayasanın kendisine vermediği bir yetkiyi kullanmış olduğunu da hatırlatıyorlar.
* * *
Bu sütunda atıfta bulunulan karmaşık davanın ayrıntılarına girmenin imkánı yok. Fakat o davada bir kere anayasa değişikliği söz konusu değildi. İkincisi, o devirde Amerikan hukuku çelişkilerle doluydu. Yüksek Mahkeme 1857’de aldığı bir kararla kölelerin "mülk" sayılması gerektiğine bile hükmedebilmişti! Önek alınabilecek bir hukuk kavramı ve içtihat için yanlış adrese başvurulmuş!
İptal kararına yöneltilen eleştiriler, AKP’nin türban yasası ile vahim bir siyasi hata yaptığı gerçeğini kuşkusuz örtemez. Bundan sonra problem, ülkenin istikrarının çok fazla zedelenmesini önleyecek bir çıkış yolu bulmaktır.
AKP’yi kapatma davasının başlıca gerekçesi türban meselesiydi. Bu mesele iptal kararıyla çözümlendiğine göre Anayasa Mahkemesi’nin kapatma talebini reddetmesi veya Hazine yardımının kesilmesi gibi bir yaptırımla yetinmesi belki de mümkün olur.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2008
23 Mayıs’ta KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Başkanı Demetris Hristofyas arasında, BM Özel Temsilcisi Taye-Brook Zerioun’un da katılımıyla yapılan toplantı, görüşme sonunda iki lider bir çözümün genel parametreleri üzerinde anlaştıklarını açıkladıkları için önem taşımaktaydı. Yapılan açıklamada, Talat ile Hristofyas’ın, ilgili BM Güvenlik Konseyi kararlarındaki tarife uygun, iki bölgeli, iki toplumlu ve siyasi eşitliğe dayanan bir federasyon konusundaki taahhütlerini teyit ettikleri bildirildi.
Bu ortaklıkta tek bir uluslarası kimliğe sahip federal bir hükümetin yanı sıra eşit statüde bir Kıbrıs Türk "kurucu" devleti ve bir Kıbrıs Rum "kurucu" devleti olması öngörülüyordu.
Bu yazılış biçimi bazı soruları gündeme getirmedi değil.
Annan Planı’ndaki "bakir doğum" kavramının terk edildiğini iddia edenler oldu.
Bakir doğumdan kasıt, yeni federal devletin bugün mevcut ve bizim tanımadığımız "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin uzantısı olarak kurulmamasıydı.
Ne var ki, iki liderin açıklamasının "bakir doğum" konseptini şu veya bu yönde etkilediği gibi bir değerlendirme yapılamaz.
Bu konu herhalde daha ileride ele alınacaktır.
Liderlerin açıklamasındaki İngilizce "constituent" sözcüğünün "kurucu" diye çevrilmesinin ne kadar doğru olduğu da sorgulanabilir.
Galiba "oluşturucu" demek daha doğru, çünkü açıklamada söylenen federasyonun iki federe devletin bir araya gelmesinden oluşacağıdır.
* * *
23 Mayıs açıklamasının mürekkebi kurumadan Hristofyas kaçamaklı ifadeler kullanmaya başladı.
Fakat Türk tarafında asıl tepki uyandıran, 6 Haziran’da Londra’da Hristofyas’ın ziyareti sırasında İngiltere ile Güney Kıbrıs arasında imzalanan muhtıra oldu.
Bunda 23 Mayıs açıklamasındaki "eşit statüde kurucu devletler" ifadesine yer verilmediği gibi, "İngiltere’nin adada ayrı bir siyasi varlığın tanınmasını ya da statüsünün yükseltilmesini" desteklemeyeceği ve KKTC’nin asla tanınmamasını talep eden BM Güvelik Konseyi’nin 541 ve 550 sayılı kararlarını gözetmeye devam edeceği vurgulanıyor.
İngiltere’nin böyle bir taahhüde girmesine gerek yoktu.
Bir AB üyesi olarak KKTC’yi tanımasının zaten söz konusu olamayacağı biliniyordu.
Muhtırada İngiltere ayrıca garantör devlet sıfatıyla 1960 antlaşmalarından doğan yükümlülüklerini yineliyor. Kime karşı?
İster istemez Gordon Brown hükümetinde, Tony Blair hükümetine oranla Türkiye’ye verilen destekte bir azalma mı oldu sorusu akla geliyor.
Talat-Hristofyas açıklamasında, BM Güvenlik Konseyi kararlarına yapılan atıf üzerinde de durulmalıdır.
Bu kararlar da bir çözümün parametrelerine ilişkindi.
1992 tarihli ve 750 sayılı kararda, o tarihteki BM Genel Sekreteri Butros Gaali’nin "Fikirler Dizisi" temelinde, tek egemenliğe, tek vatandaşlığa, iki eşit topluma dayanan iki toplumlu, iki bölgeli bir federasyon destekleniyordu.
* * *
Güvenlik Konseyi’nin bir başka önemli kararı, Mart 2003’te Annan Planı’nın Lahey toplantısında Türk tarafınca reddedilmesinden sonra aldığı 1475 sayılı karardır.
Bunda, "Kıbrıs Türk liderinin olumsuz yaklaşımı" yüzünden, adanın birleşmesini sağlayacak Annan Planı’nın Kıbrıslı Türkler ve Rumlar tarafından bir referandumla onaylanmasının engellendiği ve dolayısıyla 16 Nisan 2003’ten önce bir çözüme varılmasına artık imkán kalmadığı belirtiliyordu.
Neden 16 Nisan 2003?
Sebebi basit.
Çünkü o tarihte Güney Kıbrıs, Avrupa Birliği ile katılım antlaşmasını imzalayacak ve Annan Planı’nı kabul edip etmemek konusunda hareket serbestisine kavuşacaktı.
16 Nisan tarihinin ne kadar kritik olduğunun bütün Güvenlik Konseyi üyeleri farkındaydılar.
Tek farkında olmayan, Türk tarafıydı.
Bugün hálá o vahim hatanın, o kaçırılan fırsatın sonuçlarından kurtulamıyoruz.
AB üyelik sürecini de doğrudan tıkayan Kıbrıs sorununu aşmanın yolunu bir türlü bulamıyoruz.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2008
BARACK Obama’nın, Demokrat Parti’nin başkanlık adaylığını Hillary Clinton’a karşı uzun bir mücadele sonunda kazanması, Amerika’nın demokrasi tarihinde gerçekten tarihi bir dönüşümün simgesidir. Bugün 46 yaşında olan Obama doğduğu zaman, 16 eyalette beyazların siyahlarla evlenmeleri hálá yasaktı. Afrika kökenliler, sivil haklarına 1964’te kanunen kavuştuktan sonra dahi fiili ayrımcılıktan kurtulamamışlardı. Barack Obama’nın milyonlarca beyazın da desteğini ve mali katkısını kazanarak elde ettiği zafer, Amerika’nın toplumsal siyasi kültürünün bugün ne kadar büyük bir olgunluk seviyesine vardığını kanıtlar.
Irak Savaşı yüzünden dünya kamuoyunun hemen tamamı tarafından kınanan ve büyük prestij kaybına uğrayan Amerika, şimdi yeniden Obama sayesinde takdir ve sempati toplamaya başlıyor. Hatta denebilir ki, Avrupa basını Obama’nın başarısını Amerikan basınından bile daha büyük bir heyecanla karşılamaktadır.
Le Monde Gazetesi, babası Kenyalı, annesi beyaz Amerikalı olan ve tahsilinin bir kısmını Endonezya’da yapan Obama’nın, seçildiği takdirde, ilk "global" başkan olacağını belirtirken, Demokrat Parti konvansiyonunda adaylığının onaylanacağı 28 Ağustos tarihinin sembolizmine de dikkat çekiyor. Martin Luther King, 1963’te, yine aynı gün, Lincoln anıtında "Bir hayalim var" diyerek Afro-Amerikalılar için özgülük ve eşitlik özlemini dile getirmişti.
* * *
Başkan adayı olmak için Obama’nın 2118 delegeye ihtiyacı vardı. 2151 delegenin desteğini sağlamış bulunuyor. Hillary Clinton, bir süre direndikten sonra bugün adaylık kampanyasına son vereceğini ve Obama’yı destekleyeceğini açıklayacak. Fakat Clinton şimdi başkan yardımcısı adaylığına göz dikmiş görünüyor.
Her ne kadar iki rakip yarışın sonunda artık birbirlerine iltifatlar yağdırıyorlar ve aralarında diyalog kuruyorlarsa da Beyaz Saray’da bir Obama-Clinton ekibinin çok ahenkli olamayacağı aşikárdır. Zaten Obama da başkan yardımcısının seçiminde kendisine danışmanlık yapacak bir grup kurmuştur.
Dış politikaya gelince, Amerikan politik bünyesinin özelliği ister istemez Obama’yı bazı zikzaklara ve ikircikli tutumlara sevk ediyor. Irak konusunda Obama, 2002’de 28 Demokrat senatörün savaş yetkisini Başkan Bush’a veren karar lehinde oy kullanmalarına tepki göstermişti. "Umudun Cüreti" başlıklı kitabında o zaman yaptığı şu beyanat yer alıyor:
"Irak’a karşı başarılı bir savaşın bile süresi belirsiz bir Amerikan işgaline, bugünden tahmin edilemeyecek sonuçlara ve mali külfete yol açacağını biliyorum. Güçlü uluslararası destek olmadan ve rasyonel bir nedene dayanmadan Irak’ın istila edilmesinin Ortadoğu’daki alevleri körükleyeceğini, Arap dünyasındaki en iyi değil, fakat en kötü dürtüleri teşvik edeceğini ve El Kaide’ye katılmaları artıracağını da biliyorum."
* * *
Obama’nın daha o tarihte böyle bir öngörüde bulunması, kuşkusuz siyasi sağduyu ve basiret kanıtıdır. Obama, İran nükleer programı konusunda da müzakereye taraftar olduğunu daha önce vurgulamıştı. Fakat başkanlık adaylığını kazanmasının hemen ardından Yahudi lobisi kuruluşu AIPAC’ta yaptığı konuşmada, İran’a karşı çok sert bir dil kullandı. İran’ın nükleer silahlara sahip olmasını önlemek için her türlü eylemi göze alacağını ifade etti.
Filistin meselesinde, ABD’nin resmi politikasının ötesine giderek, Kudüs’ün tamamının İsrail’in başkenti olmasını destekledi. Bu aşırı görüşleri yansıtmaya bir bakıma mecburdu. ABD’de Yahudi lobisi artık o kadar güçlü ki her başkan adayı geleneksel olarak İsrail’in çıkarlarını en ön planda tutacağını vaat etmek mecburiyetinde.
Türkiye’ye karşı tutumu dahil, Obama’nın yürüteceği dış politika hakkında bol bol spekülasyon yapılıyor. Oysa seçim kampanyasındaki söylemler ne olursa olsun, her başkan makamına oturduktan ve gerçeklerle yüz yüze geldikten sonra yeni bir değerlendirme yapmak ve vizyonunu buna göre ayarlamak durumunda kalır.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2008
IRAK savaşındaki başarısızlık, doların değerinin erimesi, petrol fiyatlarının durmadan yükselmesi, Hindistan ve Çin’in ekonomik alandaki muazzam hamleleri gibi nedenlerle ABD’nin gittikçe güç kaybettiği ve dolayısıyla dünyada tek kutupluluğun artık sonuna yaklaşıldığı fikri oldukça yaygın. Fakat tek kutupluluğun yerine çok kutupluluğun geçeceğine de pek ihtimal verilmiyor.
Daha çok kutupsuz bir dünya alternatifi üzerinde duruluyor.
Bu düşünceyi savunanlar arasında bulunan New York’taki Dış İlişkiler Konseyi Başkanı Richard Haas, "Foreign Affairs" dergisinin son sayısındaki yazısında, bugün artık dünyada birçok güç merkezleri bulunduğunu ve bunların hepsinin de ulus devlet olmadıklarını vurguluyor.
Ona göre şekillenmekte olan uluslararası sistemde ulus devletler artık güç tekelini ellerinden kaçırmışlardır.
Küresel veya bölgesel örgütler, devlet otoritesi dışındaki kuruluşlar, topluluklar ve gruplaşmalar, küresel şirketler ve sivil toplum örgütleri gittikçe bağımsız güç merkezleri oluşturmaya başlamışlardır.
* * *
Yeni oluşumda dahi ABD’nin daha uzun yıllar askeri alanda üstünlüğü muhafaza edeceği kuşkusuzdur.
14 trilyon dolarlık milli geliriyle ABD, halen Irak ve Afganistan savaşları için yaptığı masraflar dışında, savunma bütçesine her yıl 500 milyar dolar tahsis edebiliyor.
12 bin nükleer başlığa ilaveten hiçbir ülkenin görünebilir bir istikbalde ulaşamayacağı bir deniz ve hava gücüne sahip.
Ne var ki Irak savaşı, Amerika’nın karar kuvvetleri bakımından kırılganlığını açıkça gösterdi.
1974’te mecburi askerliğe son verilmesinin, bu zaafın belli başlı nedenlerinden birini teşkil ettiği söylenebilir.
Gönüllü askerlerden oluşan kuvvetlerin yeterli miktarda olmaması, kontrat altındaki gönüllülerin büyük kısmının tekrar tekrar Irak’a gönderilmesini gerektirmiş, bu durum ister istemez ciddi moral bozukluğuna yol açmıştır.
Kore’de ve daha sonra NATO’da 1950’lerde başkomutanlık yapmış olan General Matthew Ridgway, ölümünden kısa bir süre önce, gönüllü ordunun uzun vadeli sakıncalarına dikkati çekmiş, cephede çarpışan bir ordunun milletin sinesinden çıkmış bir ordu olması gerektiğini söylemiş, aksi takdirde milletin girişilen savaşa ilgisiz kalacağını ileri sürmüştü.
Nitekim mecburi askerliğin yürürlükte olduğu Vietnam savaşında ABD kamuoyunun tepkisi, Irak savaşına gösterilen tepkiden çok daha güçlü ve etkiliydi.
ABD’nin artık bundan sonra mecburi askerliğe geri dönmesi söz konusu olamayacağına göre, Irak savaşı çapında bir savaşı tekrar göze alması beklenemez.
Ekonomik alanda ABD’nin karşılaştığı rekabet çok daha çetin.
ABD halen dünya milli gelirinde yüzde 25 payı eline bulunduruyor, fakat Çin ve Hindistan gibi ülkeler daha süratle büyüdüklerinden bu payın azalması kaçınılmaz olacak.
Genellikle Asya’nın devlerinden ve Rusya’dan bahsedilirken AB’nin ekonomik gücü küçümseniyor.
Oysa özellikle, EURO bölgesi 2000 yılından beri yüksek bir büyüme hızı içinde.
ABD’nin aksine sürdürülebilir bir sağlık ve emeklilik sistemleri geliştirmeyi başarmış.
Dış ticaret fazlası 2007 yılında 30 milyar doların üstünde gerçekleşmiş.
Dünyadaki yabancı yatırımların yüzde 50’sini çekebiliyor.
ABD ile kıyaslanırsa başlıca zayıf noktası demografi. ABD geniş çapta göç kabul ederek demografik dinamizmini koruyabiliyor.
* * *
Kutupsuz bir dünya, daha güvenli ve daha istikrarlı olabilecek mi?
Bu soruyu yanıtlamak zor.
Fakat bölgeler içinde kuvvet dengelerinin daha büyük önem kazanacağı söylenebilir.
Belki bölgelerde bir veya birkaç hákim güç belirecek ve onlar o bölgelerin kaderinde temel rolü üstlenecekler.
Türkiye’nin en istikrarlı bölgeyi teşkil edecek olan Euro-Atlantik sistemindeki mevkiini, AB üyeliğiyle bir an önce sağlamlaştırmasında sayılamayacak kadar yarar var.
Milli çıkarlarımızı, yalnız bugünün değil, yarının perspektifleri açısından da değerlendirmeliyiz.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2008
BUGÜN yalnızca Türkiye gibi "yükselen pazar" sayılan ülkeler değil, en gelişmiş ülkeler bile yabancı sermayeye muhtaç. Aslında küreselleşen dünyada her ülke hem sermaye ithal ediyor hem de ihraç ediyor. Türkiye’de de aynı eğilimi görüyoruz. Fakat her nedense Türk şirketlerin başka ülkelerdeki yatırımları alkışlanırken Türkiye’ye gelen yabancı sermayeye karşı kuşku mevcut. Hatta yabancıların Türkiye’de sürekli ikamet etmek veya tatil geçirmek amacı ile gayrimenkul satın almaları bile ekonomik ve siyasi bakımdan tehlikeli sayılıyor. Bu korkuları haklı göstermek için abartılı rakamlar da sık sık ortaya atılıyor. Bir ara İsrail’in GAP bölgesinde çok büyük miktarda arazi satın aldığı ileri sürülmüştü. Sonradan tek bir İsrail vatandaşının dahi o bölgede mülk sahibi olmadığı anlaşıldı.
Türk yargısı da yabancı sermayeye sıcak bakmaktan uzak. Anayasa Mahkemesi, yabancı yatırımcıların Türkiye’de kurdukları veya iştirak ettikleri şirketlerin taşınmaz mülkiyet ve sınırlı ayni hak edinmelerine imkán veren "doğrudan yabancı yatırımlar" yasasındaki hükmü iptal ediverdi. Yeni bir yasal düzenleme gerekti.
* * *
Bazı yatırımlara karşı özellikle alerji var. Örneğin, Samy Ofer’in İstanbul’da yapmaya hazırlandığı turizmi teşvik edecek bir milyar dolarlık yatırım projesinden olumsuz bir kampanya sonucunda vazgeçildi. Bu kampanyanın nedeni, Ofer’in Yahudi olmasıydı.
Aynı menfi yaklaşım Arap yatırımcılarına karşı da gösteriliyor. Türk Telekom’un yüzde 55’inin Suudi şirketi Oger’in eline geçmesi tepki doğurmaktan geri kalmamıştı. Oysa, isteyelim veya istemeyelim, bugün en büyük yatırım fonları Arap ve özellikle Körfez ülkelerinin elinde bulunuyor.
23-24 Nisan tarihlerinde yapılan Forum İstanbul toplantısında dünyadaki likidite sıkıntısına rağmen "egemen servet fonları"nın oluşturduğu kaynaklara dikkat çekildi. Bu fonlar aslında devlet tasarruflarını yöneten kurumlardır. En büyük yedi tanesinin her biri, 100 milyar dolardan yüksek meblağları kontrol ediyor.
Egemen fonların en önemlilerinden bazıları şunlar: Abu Dabi: 700 milyar dolar; Kuveyt: 250 milyar dolar; Norveç: 380 milyar dolar; Singapur: 159 milyar dolar; Suudi Arabistan: 300 milyar dolar; Katar: 40 milyar dolar. IMF bugün egemen fonlarda birikmiş üç trilyon doların 2012 yılında 10 trilyon dolara çıkabileceğini öngörüyor.
İstanbul Forumu’na sunulan incelemeye göre halen iki önemli Körfez fonu Türkiye’de aktif. Birincisi Kuveyt Yatırım Otoritesi (KİA), ikincisi de Dubai Holding (DH). KİA 2006’da 750 milyon dolara satın aldığı Cevahir Alışveriş Merkezi’nin sahibi. DH ise 2005 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile 5 milyar dolarlık bir yatırım projesi geliştirdi.
Bu projenin ilk ayağı birtakım hukuki engellere takılan Dubai Kuleleri olacaktı. Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle gittikçe artan siyasi ilişkileri o ülkelerden daha geniş ölçüde fon akımını teşvik edebilir.
Ne var ki, son yıllarda çok büyük miktarda direkt yabancı yatırımın gelmesini kolaylaştıran siyasi ve ekonomik ortamın sürdürülmesi ve hukuki düzenlemelerin daha teşvik edici hale getirilmesi şarttır. Aksi takdirde yatırım fonları, başka ülkelere kolaylıkla kayabilir.
* * *
Türk ekonomisinin 2008 perspektifleri o kadar parlak değil. 2002-2006 yıllarında ortalama yüzde 7’nin üzerinde gerçekleşen büyüme hızı 2007 yılında yüzde 4.5’a geriledi. 2008’de de muhtemelen yüzde 4 civarında olacak. Enflasyon oranı yükselecek.
Türkiye’nin 2008’de cari işlemler açığının 50 milyar doların üstüne çıkması beklentisi mevcut. Buna dış borç ödemeleri için ihtiyaç duyulacak 40 milyar doları da eklersek, yıl içinde 100 milyar dolara yakın bir finansman bulmak gerekecektir.
Bu rakamlar Türkiye’nin yabancı sermayeye ne kadar muhtaç halde bulunduğunu göstermeye yetiyor. Siyasi ve ekonomik ortam bozulduğu takdirde ise bunun ekonominin seyri üzerindeki olumsuz etkilerini bugünden tahmin etmek bile mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin önündeki davaların yarattığı gerginlik nedeniyle bugünlerde kuvvetler ayrılığı prensibinden çok bahsediliyor. Bu prensipten genellikle anlaşılan yasamanın, yürütmenin ve yargının birbirinden tamamen bağımsız güçler olduğudur.
Tabii bizdeki gibi parlamenter rejimlerde hükümetin kaderi Parlamento’nun iradesine tabi olduğundan tam bir kuvvetler ayrılığından bahsedilemez.
Kaldı ki başkanlık sistemlerinde bile üç kuvvetin birbirlerini etkilemeleri kaçınılmazdır.
ABD’yi ele alırsak, orada, Yüksek Mahkeme’nin üyelerini Senato’nun onayıyla Başkan tayin eder, fakat bunlar bir kere seçildi mi, ölünceye kadar değiştirilemezler.
Batılı ülkelerde atamayla göreve getirilseler bile yargıçlar tam bağımsızlığa sahiptirler.
Rızaları olmadan bulundukları yerden başka yere nakledilemezler.
Ne var ki bu ayrıcalıktan savcılar istifade edemezler, çünkü onlar hükümetlerin emrindedirler.
Bizim sistemimizin orijinalliği, yargıçları ve savcıları eşit statüde tutmasıdır.
Bu nedenledir ki Yargıtay Başsavcısı’nın, AKP’nin kapatılması talebiyle Anayasa Mahkemesi’nde dava açması, özellikle AB kurumları ve ülkelerinde büyük hayret uyandırmıştır.
* * *
Yargıtay ve Danıştay başkanlar kurullarının yayınladıkları bildiriler, bir yandan hükümet ile yargı kurumları arasında çatışma ortamını derinleştirirken, diğer yandan çok ciddi bir yetki ve kavram kargaşası yansıtmaktadır. Yargıtay bildirisini ele alalım.
Bunda hükümet kastedilip, "Yargıyı ve mensuplarını halka şikáyet ederek, hedef göstererek, hatta yabancı kişi ve kuruluşların yardım ve katkılarını sağlayarak Türk yargısını etkileme niyet ve gayretine girmek suretiyle açılan kapatma davasında lehe sonuç alma heves ve yöntemleri sıklıkla denenir olmuştur" deniyor.
AKP hükümetinin, kapatma davasının kendi lehinde sonuçlanmasını istemesinden daha tabii bir şey olamaz.
Ancak "yabancı kişi ve kuruluşlar"dan AB ve AB Komisyon üyeleri kastediliyorsa bunda bir yanlışlık var, çünkü AB temsilcileri dava açılır açılmaz anında tepki gösterdiler, böyle bir davanın AB’nin demokrasi prensipleriyle bağdaşmadığını tekrar tekrar ifade ettiler.
Etmeye de devam ediyorlar.
Onlara göre Anayasa Mahkemesi, kapatma davasında Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu’nun tavsiyeleri çerçevesinde hareket etmelidir.
Avrupa Konseyi ve AB, yabancı kuruluşlar sayılabilir mi?
Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Mahkemesi’nde hakkımızı gerektiğinde aramıyor muyuz?
AB ile üyelik müzakerelerinin amacı, egemenliğin paylaşıldığı ve birçok alanda entegrasyonun gerçekleştirildiği bir birliğe dahil olmak değil mi?
Yargıtay Başkanlar Kurulu bildirisi de zaten AB ilerleme raporlarında Yargıtay’ın görüşlerine uygun olarak yer alan ifadelere temas edip duruyor.
* * *
Gerek Yargıtay gerek Danıştay bildirileri, "Yargı Reformu Strateji Taslağı"nın kendilerine danışılmadan AB Komisyonu’na tevdi edilmesine özellikle karşı çıkıyor.
Hatta bildirileri tetikleyen de anlaşılan hükümetin bu davranışı olmuş.
Doğrusu iki yargı kurumuna da hak vermemek mümkün değil.
Hükümet yine kritik bir hata yapmış. Ancak Yargıtay ve Danıştay’ın tepkilerinde yalnızca bu konuya odaklanmaları daha doğru olurdu.
Yargıtay’ın bildirisinde, hükümetin bir grup hukukçuya hazırlattırdığı Anayasa taslağı da yerden yere vuruluyor.
İyi de bu taslak hiçbir zaman bir yasa tasarısı haline gelmedi ki. Kaldı ki yeni Anayasa neden Yargıtay’ın işi oluyor, belli değil.
Bu kuvvetler çatışması sürdürüldüğü takdirde Cumhuriyet Türkiyesi tarihinin en ciddi krizine yol açabilir.
MHP Genel Başkanı Bahçeli, Cumhurbaşkanı’nın müdahalesini istemekte haklı.
Normal koşullar altında Cumhurbaşkanı’nın yatıştırıcı ve uzlaştırıcı bir rol üstlenmesi beklenebilirdi.
Ancak, Yargıtay Başsavcısı’nın kendisi hakkında bile siyaset yasağı istediği bir Cumhurbaşkanı’nın etkisi ne kadar olur?
İnanılmaz bir siyasi ve hukuki kilitlenmeye kendimizi sürüklemiş bulunuyoruz.
Ve bu kilitlenme, ne yazık ki daha uzun süre devam edeceğe benziyor.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2008
2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile Türkiye Ortadoğu’da çok daha aktif ve bazen de aktivist bir rol oynamaya başladı. Bazı girişimler ters tepti veya daha çok sembolik nitelikte kaldı. Fakat genel olarak Türkiye’nin eskisinden çok daha geniş ölçüde bölgede ağırlığını hissettirdiği ve Türk diplomasisinin daha girişken olduğu kabul edilmelidir.
Özellikle, İsrail ile Suriye temsilcilerinin İstanbul’da buluşarak, ülkeleri arasındaki ihtilafı çözümlemek amacı ile Türkiye’nin de kolaylaştırıcı sıfatı ile katılacağı müzakerelerin başlamasını kabul etmeleri önemli bir başarıdır.
* * *
2000 yılında, Bill Clinton’ın başkanlığının son günlerinde aynı konuda arabuluculuk yapan ABD, Türkiye’nin inisiyatifini takdirle karşılamakla beraber, Suriye’nin Ortadoğu’da terörizme sağladığı desteğe son vermesi gerektiğine de işaret etmekten geri kalmadı.
Daha evvel de, Suriye-İsrail görüşmelerinin İsrail-Filistin barış sürecinden dikkati başka yöne çekmesinden ABD’nin kaygı duyduğu ifade edilmişti.
Bu kaygı çok yerinde görülemez, çünkü Bush’un, kendi başkanlığı sona ermeden, birkaç ay içinde, 60 yıllık bir sorunu çözmek hedefini gerçekleştirmesi olasılığı hemen hemen hiç yoktur.
Ancak ABD’nin, halen önceliği İran iken, İsrail baskısından kurtulmuş bir Suriye’nin bölgede daha büyük bir hareket serbestisine kavuşacak olmasından rahatsızlık duyması mümkündür.
Filistinliler açısından ise, Golan meselesinin Filistin sorunundan önce çözülmesi galiba çok arzu edilen bir gelişme olmayacaktır.
Çünkü Suriye’nin, Ürdün ve Mısır gibi, İsrail ile barış antlaşması imzalayarak onunla diplomatik ilişkilere girmesinin Filistinlileri daha da fazla yalnızlığa itmesi tehlikesi yoktur denemez.
* * *
Diğer taraftan, İsrail muhalefetine göre, Başbakan Ehud Olmert’in şimdi Suriye ile müzakerelere yanaşmasının asıl nedeni, Kudüs belediye başkanlığı sırasındaki bazı tasarruflarına ilişkin iddiaların yargıya intikal etmiş olmasının politik gücünü sarsmasından duyduğu endişedir.
2000 yılında Washington’a yakın Shepherdstown’da bizzat Başkan Clinton’ın katıldığı görüşmelerde iki taraf arasında nispeten önemli görüş farkları ortaya çıkmıştı.
Suriye Golan tepelerinin tamamını istemiş, fakat Celile Gölü’nün doğu sahilinde 10 metre genişliğinde bir şeridi İsrail’e bırakmaya razı olmuştu.
İsrail ise daha geniş bir şeritte ısrar ettiği gibi sınır boyunca Ürdün nehrinin doğusunda güvenlik açısından mevcudiyetini devam ettirmeyi talep etmişti.
İsrail ayrıca Golan tepelerindeki erken ihbar sistemini elinde tutmakta ısrarlıydı, Suriye bu sistemin BM veya ABD tarafından kontrolünü tercih ediyordu.
İçme suyunun %40’ını Celile Gölü’nden temin eden İsrail, bu göle Suriye’den akan suyun azalmayacağı garantisini talep ederken, Suriye de Fırat Nehri’nden sağladığı suyun azalmayacağının Türkiye tarafından garanti edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu.
İsrail, kuvvetlerini çekmeye başlar başlamaz diplomatik ilişkiler tesisini isterken, Suriye bu ilişkilerin ancak İsrail kuvvetleri Golan’ı tamamen tahliye ettikten sonra başlamasına taraftardı.
Golan’daki 17.000 civarındaki İsrailli yerleşimcilerinin tahliyesi de çetin sorunlardan birini oluşturuyordu.
Fakat Başkan Clinton’ın ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright’ın anılarına göre o devirdeki İsrail Başbakanı Barak’ı anlaşma konusunda tereddüde sevk eden asıl unsur İsrail kamuoyunun Golan’ın terk edilmesine muhalefeti olmuştur. Bu muhalefet, bugün de kuvvetinden kaybettiği izlenimini pek vermemektedir.
* * *
Güçlükler ne olursa olsun Türkiye’nin girişimi kuşkusuz isabetlidir.
Ancak akla bir soru gelmiyor değil. Türkiye’nin dış politikasında çözüm bekleyen çok ciddi birkaç sorunu var.
Başka ülkelerin sorunlarının çözümü için gösterdiğimiz yaratıcılığı ve enerjiyi hiç değilse bir ölçüde kendi sorunlarımız için de göstersek iyi olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2008
ANAYASA Mahkemesi raportörü, türbana üniversitelerde izin veren Anayasa değişikliğine karşı CHP’nin açtığı dava hakkındaki görüşünü Mahkeme Başkanı’na sundu.
Raportöre göre mahkeme, Anayasa değişikliklerini ancak şekil bakımından denetleyebilir, esastan denetleyemez;
Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri dava konusu değişikliklere karşı dermeyan edilemez; mahkeme yasama gücünün yerine kendini koyamaz.
Ne var ki, son derece güçlü bu üç sava rağmen mahkemenin iptal kararı alması olasılığı bertaraf edilmiş sayılamaz.
Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası ile kurulduğundan beri zaman zaman yetkilerini son derece geniş bir şekilde yorumlamak eğilimde olmuştur.
Yazının Devamını Oku