Paylaş
Hİtler, Almanların Varşova’dan çekilmeleri ve şehrin boşaltılması sırasında kesin emrini verdi; tahliye sırasında şehir dinamitlerle havaya uçurulacak, hava bombardımanının tesadüflerine bırakılmadan taş üstünde taş kalmayacaktı. Yeryüzünden Polonya tarihinin kalıntıları, sanatı, kültürü silinecekti.
Hitler’in Paris gibi bazı merkezler için verdiği bu emir tatbik edilmemiştir. Kısmen Alman komutanların ve yetkililerin bu gibi çılgın projeleri tehir ve terahi (sümen altı) ettikleri biliniyor. Zavallı Polonya içinse kimse böyle bir cesareti ve insanlık pırıltısını gösteremedi. Ama tahrip edilen Varşova yeniden kurulmalıydı. Bu çok uzun ve başarılı bir süreçtir. 1970’lerin başında Varşova’dayken hâlâ bu tartışmaların devam ettiğini görüyorduk.
Bu çeşmenİn tarİhİnİ bİz bİlİrİz çünkü bu hanımefendİyle gençlİğİmİz onun altında geçti.
Polonya’nın tarih bilginleri, sanat tarihçileri aslında muazzam bir koleksiyon bırakmışlardı ve bunlar restoratörler tarafından titizlikle kullanılmıştı. Buna rağmen şehrin her köşesi için halkoyuna başvuruluyor ve pasif bir oylamadan çok tartışmaya önem veriliyordu. Mesela “Şu kemerin kavuşma noktalarındaki bu düzlük doğru değil, burada şöyle yaprak motifleri vardı” deniyor. “Nereden biliyorsunuz?” Cevap: “Yanımda gördüğün hanımefendiyle gençliğimizi bunun altında geçirdik.”
1950’lerin sonundaki çılgın istimlakten şikâyet eden çoktu. Lüzumsuzca ve cahilce istimlak operasyonu sırasında yıkılan Mimar Sinan mescitlerini Turgut Özal devrinde sözde restore edip yeniden yapmaya kalktıklarında işin dehşeti ortaya çıktı. Bizim mimarlarımız, sanat tarihçimiz ve şehircilerimiz Polonyalı gibi eğitimli kavimlerden meslektaşlarının eline su dökemezlerdi. İstanbul’da yıkılan onlarca eserin bırakınız rölövelerini, doğru dürüst işe yarar krokisini, hatta yeterli cepheden ve yönlerden çekilen fotoğraf albümlerini dahi bulamadılar.
BİZDEKİ BELEDİYELER AVRUPA ORTAÇAĞINDAN GERİ
Bizde idare bir halt karıştıracağı zaman kimseye sormaz. Kabataş İskelesi’ni entegre ediyorlarmış; bu büyük iddianın bugünküne göre ne farkı olduğunu anlamak mümkün değil. Halka açık projeler ve tartışma faaliyetleri söz konusu değil. Mimar arkadaşın projesini Şehir Meclisi kabul etmişmiş. Şurada bir kere daha belirtelim; bizim şehir meclisleri yapısal oluşumu itibariyle Osmanlı şehremaneti ve taşra belediye meclislerinden daha iptidai ve antidemokratik bünyelidir. Avrupa’nın ise ortaçağı ve hatta İtalya’daki faşizm dönemi belediyelerinden bile daha geridir. Belediye meclis üyelerinin, şehirlerin seçkin hemşerilerini meydana getiren, oluşturan zümrelerin ve kitlelerin temsil kabiliyetini engellediği herkesin malumudur.
Belediyelerin bütçeleri arttı, faaliyet alanları genişledi ama hemşerilerin temsil kapasitesi hiçbir şekilde değişmedi. Belediye reisi bir mimar seçiyor, yine belediye reisinin partisindekiler de onun getirdiği planı tasdik ediyor. Vapurların tipini, şehir otobüslerinin renklerini ahaliye sormak kurnazlığını gösterdiniz, buna gerçi bir itirazım yok, fakat şehrin hem görünüşünü hem de dibini kazacak sözde imar faaliyetlerine gelince bu incelik neden gösterilmiyor, referandumun yerini sadece bir idari pişkinlik alıyor. Türkiye iyi mühendisler ülkesidir. Fakat mimarlar sadece bu sözünü ettiğim idareci pişkinliğinden yararlanan zümredir.
MİMAR SİNAN’LA BOY ÖLÇÜŞMEK!
Mimar Hakan Kıran’ı hepimiz tanıyoruz; onun fonksiyonu adeta İstanbul kıyılarındaki Mimar Sinan’ı gölgelemeye çalışmaktır. Malumunuz Azebkapı Camii’nden yani Sokullu Mehmed Paşa’nın Mimar Sinan’a tersim ettirdiği camiden sonra, Kıran, Kabataş’a yakın Molla Çelebi Camii’nin yanında da arz-ı endam ediyor.
Birincisinin yanına Haliç üzerindeki metro köprüsünü tersim etti. Şimdilik Kılıç Ali Paşa Camii ise sadece ve sadece Menderes döneminin gudubet liman, antrepo binalarıyla dolu. 1950’lerdeki bu görgüsüzlüğü anlamak mümkündür. Fakat bu binaların hâlâ kullanılması ve hatta bir tanesinin ‘modern sanat’ müzesi olması ne anlaşılır ne de affedilir bir durum. II. Mahmud devrine ait Nusretiye Camii, gene Mimar Sinan dönemine ait bir eser olan Molla Çelebi Camii ve Tanzimat’ın ince eseri Dolmabahçe Camii arasındaki kordon, mimar Kıran’ın bu seferki hedefi. Bizim mimarların hepsinin unvanı ‘yüksek’tir. ‘Yüksek’siz olan Mimar Sinan’ın eserlerine haddini bildirmek(!) üzere onunla yarışa çıkmalarından anlaşılıyor.
Hakan Kıran, Mimar Sinan’ın iki eseriyle de boy ölçüştüğünü sanıyordur. Aziz milletimiz ne kadar ilgilendi bilmiyorum ama dünyaya fazla iddialı bir projeyle çıktık. Haliç Metro Köprüsü ve metronun Süleymaniye’nin temellerine yürüyen yapısı bir yana köprünün boynuzları ne işe yaradı, anlamıyoruz. Şimdi de Kabataş’ta Molla Çelebi, Dolmabahçe Camii ve Sarayı gölgeleyecek bir ‘Martı projesi’ var. Şu kadarını söyleyeyim; bu martılı, deniz kabuklu projeler kabak tadı vermiştir. İnsanoğlu en aşağı 60 yıldan beri bunları tanıdı. Türkiye mimarları projelerini sağdan soldan kopya etmekten ne zaman vazgeçecekler. Biraz bulundukları coğrafyayı, onun jeolojisini, tarihi, mimari eserlerini Ortadoğu ve Avrupa tarihini öğrenseler daha iyi olur.
GELECEĞİN TÜRKLERİ AĞIR BORÇ ÖDEYECEK
Tarihi bakımdan bu kadar önemli, bir kilometrekarelik alan içine Özal devrinde dikilen oteller, son zamanda yenilenen stadyum ve şimdi planlanan bu güya ‘ulaşım entegrasyon merkezi’nin kimseye sorulmadığı, tartışılmadan iş bitirildiği anlaşılıyor. Allah korusun ama bu eserleri tabiatın yutacağını söyleyenler var. Şurası muhakkak; geleceğin Türkleri bu kepazelikleri ortadan kaldıracak ve çok ağır tazminat ödeyecekler, hukuk bunu icap ettiriyor. Bazı grupların, zümrelerin cüretkârlığına hayır denmezse torunlarımızı çok ağır borç altına sokacağız.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin proje hakkında internet sitelerindeki söylentileri protesto eden bildirisi teatral yönden ‘grotesk’ (yani abes, gudubet, gülünç) diye ifade edilebilir. Günlük hayatımıza ön yaptırımlarıyla çoktan giren bu inşaatın resmen projesinin ilan edilmemesi ne kadar yakışıksızdır. Spekülasyonu önlemek istiyorsanız tasdikli projenizi ayan beyan ilan etmeniz gerekirdi.
BİR DÖNEMİ AYDINLATAN BİR ESER
İlber Hoca öneriyor...
18’İNCİ yüzyılın ikinci yarısından sonra imparatorluğun her yerinde mahalli hanedanlar ortaya çıktı. Bunların bazıları merkezden tayin edilen sancak beyi ve beylerbeyinin ahfadından gelirler. Bazıları ise toprak sahibi olan ayanların yani bir nevi türedi feodallerin en güçlüleridir. Manisa-Saruhan bölgesinde Karaosmanoğulları, Vidin’de Pazvandoğlu, Musul’da Kotalhalilzadeler, Çukurova’da eski bir aile olan Ramazanoğulları, Şam’da Attassiler, Azımzadeler (Kemikoğulları), Yanya’da Tepedelenliler, Trabzon’da Tuzcuoğulları, bu tür ailelerdendir. En ünlülerinden biri Yozgat yöresindeki Çapanoğulları’dır. Bugün dahi kalabalık bir aile olarak Türk hayatının her kompartımanında göze çarparlar.
HEM MÜSLÜMAN’A HEM GAYRİMÜSLİME
18-19’uncu asır dönemecinde Çapanoğulları yörenin hâkimiydi ve tıpkı Şam’daki el-Azm, Yanya’daki Tepedelenli gibi bulundukları Bozok sancağında sayısız eser yaptılar. 19’uncu asır Osmanlı aydın despotizminin havasına uygun bir biçimde Müslümanlar kadar gayrimüslim nüfusa da hizmet ettiler. Ayanlık olayı bir kaba sömürü veya yerel başkaldırı kadar, imparatorluk taşrasının modernleşmesi anlamına da gelir. Hiç şüphesiz ki merkeziyetçi devlet yapısı ve Sultan Mahmud’un mutlak monarşist kişiliği bu düzeni ortadan kaldırmıştır.
GERÇEK BİR EMEK ÜRÜNÜ
Hacettepe Üniversitesi’nin sanat tarihi hocalarından Profesör Hakkı Acun, bölgedeki Çapanoğulları eserlerinin tam bir döküm ve tasvirini, bu ailenin şeceresini (biraz ağırlıklı olarak üstünde durarak) ve Çapanoğullarının bölgedeki yerel tarihini Japon-Osmanlı tarihçisi Yuzo Nagata’dan sonra yeni boyutlarla ele alan bir eser yayımladı. ‘Tüm Yönleriyle Çapanoğulları’, Milli Saraylar’ın yayınları arasında çıktı, bir emek ürünüdür ve alanı aydınlatıyor.
Paylaş