Paylaş
Elizabeth A. Zachariadou zarif, mütevazı ama kişilikli çehresiyle konuştuğu vakit tenkitlerinde haklı, çok cömert olmadığı methiyelerinde katkılıydı. Doğu Akdeniz ve Balkanlar’da kendi toplumu ve kendi tarihi için bu kadar ölçülü ve objektif olmayı bilene rastlamadım. 1932 yılında Atina’da doğdu. Anadolu’da Ürgüp asıllı Karamanlı bir aileden (yani Türk Hıristiyanlardan geliyor), mübadelede kaybettiğimiz, özümüzden değerli bir cemaatin üyesiydi. Gördüğüm kadarıyla hayat boyu din konusunda bir aydınlanma dönemi münevverinin taviz vermez yaklaşımıyla yoluna devam etti. Nikolaos Oikonomides’le Bizans-Osmanlı tarihinin en karanlık müşterek çemberini yani 14. asrı aydınlatmakta en büyük adımı atanlardandır. Yunanistan’da yetiştirdiği öğrenciler gibi bizde de Melek Delilbaşı olmak üzere modern Yunan tarihini ve geç Bizantin tarihi kuran arkadaşları da yetiştirmiştir. Çağdaş Yunanistan’da Konstantinos Thiseos Dimaras gibi bir profesörün yetiştirdiği iki bilginden biridir. İngiltere’de de okudu. Kısa zamanda yaptığı araştırmalar polemiğin dışında tamamen arşivlere dayalı belgesel yönü kuvvetli monografi ve kitaplardır.
1453-1821 BOŞLUĞU
Elizabeth A. Zachariadou daha lise sıralarında ülkesinde tarih öğrenirken 1453’le 1821’in arasının adeta boş bırakıldığını görmüş ve bunu çok küçük yaşlarından sorgulamaya başlamıştı. Aynı keyfiyet bütün Balkanlar ve hatta Türkiye için de söz konusudur. Bulgaristan’da 15. ve 18. asırlar, Türkiye’de 18. asır boşluk konusudur. İmparatorluğun gayrimüslim milletlerinin tarihi üzerinde dikkatli bir çalışma ve ders kitaplarına girmiş tutarlı bir özet yoktur. 1967’de eşiyle birlikte albaylar cuntasının yönettiği Yunanistan’ı bırakarak Kanada’ya geçmiş ve gönüllü sürgünden geri döndüğü 1974’ten itibaren Türk tarihini, Osmanlı tetkiklerini ve geç Bizans-Osmanlı tarihini öğretmek için akademik bir örgütlenmenin gereğini anlamışlardı. Zachariadou dostlukları ve aforozları haklı sebeplere ve kesin çizgilere dayanır. Benimsediği meslektaşları ve talebeleriyle Girit Üniversitesi’nin Rethymnon’da kurduğu Anadolu Araştırmaları Enstitüsü kısa zamanda Osmanlı-Yunan tarihini ve Doğu Akdeniz hakkında bilgileri değiştirecek faaliyetlere girişti.
İNALCIK HOCAYLA ÇALIŞTI
İlk sempozyum Via Egnatia yani Arnavutluk Draçında başlayıp Selanik’te biten Roma yolu ve bunun Osmanlı dönemindeki uzantısı olan İstanbul’a giden hat üzerindeki tarihi sosyal değişmelerdi. İkincisi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki doğal felaketler üzerineydi, üçüncü sempozyumun konusu Kapudan Paşa ve donanmanın idari yapısı ve etkileriydi. Elizabeth A. Zachariadou 14.-15. asır üzerinde burada tek tek ele almamız mümkün olmayan Venedik, Osmanlı, Rodos şövalyeleri, ilk Osmanlı sultanları hakkındaki tarih ve menkıbe ve bunlar hakkındaki bazı kroniklerin tenkitli basımını ele alan, Osmanlı Sultanları Kroniği gibi eserleri kaleme aldı. Her bilimsel kongrede en dikkati çeken tebliğ onunkiydi. Halil İnalcık hocayla birlikte çalışmaktan hiç vazgeçmemiştir. Çünkü ikisinin de tarihçi yöntemi birbirine benzerdi. Sempozyumlarına davet ettiği vakit elimden geldiğince katıldım ve yazı vermeyi bir borç bildim ama onunla ve eşi profesör Nikolaos Oikonomides ile Atina’da, Ankara’da, İstanbul’da veya herhangi bir yerde oturup konuşmak, bir şeyler yiyip içmek unutulmaz hatıralardandır. Türklerin ve Yunanların arasında bu tip aydınların sayısı arttıkça ilişkilerin gerçek anlamda rayına oturacağı ve müşterek tarihin ne olduğunun anlaşılacağına şüphe yok.
YUNAN’A OSMANLI’YI ÖĞRETTİ
Yunanistan’a Osmanlı’yı o öğretti. Osmanlı araştırmaları Evangelia Balta ve diğerleriyle devam ediyor. Kandiye Şer’iyye Sicilleri’nin tercümesi, Batı dünyasındaki Osmanlı vesika tetkikleri ve değerlendirmeleri için bir örnektir. 1990’da Ankara Üniversitesi kendisine onursal doktora payesi verdi. Bu önemli bir akademik olaydır. Her zaman söylediğimle konuyu noktalıyorum: Elizabeth A. Zachariadou vesikaya ve delile titizlikle uyan bir Yunan Osmanist uzmandır. Yunanistan’a gerçek Osmanlı tetkiklerini getirdi. Öğretici kişiliğinin yanında sert hocalığının payı da vardır. Bu yanımız müşterek. Bizim milletlerimiz sert hoca olmaksızın ne doğruyu öğrenir ne de güzel iş çıkarır. Zachariadou 15 gün önce yaşlı insanların çoğunun başına gelen şeyi yaşadı, düştü ve kalça kemiğini kırdı. Bu hafta 27 Aralık günü aramızdan ayrıldı. Hâmûşân alayının arasına girdi, artık onu yazdıklarıyla anacağız. Elizabeth hocayı eğilmez karakteri ve sıcak dostluğuyla her zaman hatırlayacağız.
YENİDEN AKSINLAR
BU şehrin kanayan bir yarası ve cehaletten ileri gelen Vandalizmin göstergesidir. Roma, İskenderiye ve İstanbul ya nymheum’lar (anıtsal çeşme) ya da yeraltı sarnıçlarıyla suyu temin ederdi. Ancak 5. asrın sonunda Valens’in su kemerleri (aquaducere) ile Istranca’nın taze suyu şehre aktı. Mimar Sinan bu sistemi daha da geliştirdi. Her mahallede çeşmeler vardı. Bunların bakımından suyolcular sorumluydu. Hem lağım sisteminin hem de çeşmelerin tamirine ve işlemesine dikkat ederlerdi. Sadece bazı konaklara bir “lüle” tabir edilen ince borularla su verilmişti. Tanzimat devrinde Terkos Gölü kullanılana kadar yapı buydu. Evlerin suyu çeşmeden taşınır, evin içindeki musluklu küplere konur, evde dolap içindeki küçük bir gasilhanenin dışında hamam için mahalle hamamına gidilirdi.
Bugün susayanlar pet şişeyle idare ediyor. Hayvanların hali ise feci. İstanbul’un dört bir yanına yayılmış çeşmeler neden bugün kullanılmasın? Çocuklar, turistler, hayvanlar tarihi çeşmelerden neden faydalanmasın? Bütün bu ihtiyacın çeşmelerle sağlanması mümkün olur. Ne var ki birçok çeşme işlemiyor. Üstelik birçoğunun işlemeli kitabeleri çalınıp satılıyor. Bizim memlekette antika merakı cahilane bir Vandalizme dayanır. Kutsi Akıllı ve arkadaşları change.org adresinde “#İstanbulÇeşmeleriAksın” kampanyası başlattılar. Bu kampanyaya katılmak ve desteklemek herkesin görevi olmalı. Ne var ki akan çeşmelerin musluklarının serseriler veya antikacılar tarafından çalınmadan muhafazası nasıl bir örgütlenmeyle sağlanacak? Belki bekçi teşkilatı bu sorumluğu üstlenebilir.
Bunun dışında çeşmeler büyük ölçüde Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bu çeşmelerin bakımını üstlenecek bütçesi var. Daha küçük şehirlerde ise il özel idareleri bu konuyla ilgilenmelidir. Yeter ki böyle bir ihtiyaç hissedilsin ve atalarımızın mirasına sahip çıkılsın.
Paylaş