Paylaş
Günümüz insanının bu kısacık ömründe görüp geçirdikleri, eskilerin görüp geçirdiklerinin binlerce yıllarına bedel ve hatta çok daha fazladır.
Hele yaşları 60’dan yukarı olan bu son nesillerin yaşayıp gördükleri, çağların toplamından fazladır. Diğer bir deyişle, bu son asırda yaşayanlar, asırlar boyu sürdürülen hayatın her kesitini (nimetini de külfetini de) yaşadı.
Ayağında ayakkabısı yoktu, sokağında ve evinde elektriği yoktu, değil cebinde, mahallesinde telefon yoktu. Erkekse, yamasız pantolonu, kızsa yamasız fistanı yoktu. Komşu komşunun külüne muhtaçtı; zira ateşi söndüğünde tutuşturacak kibriti, çakmağı yoktu.
Yol yoktu, iz yoktu; taşıma aracı ya hayvandı ya da bizzat insanın kendisiydi.
İnsanlar daha çok yerleşik yaşarlardı, köylerinden dışarı çıkmazlardı. Hasbelkader at veya öküz arabasıyla, kasaba görünümlü şehre gidip gelmeleri günleri alırdı.
Şehirden gelenler, gurbetten ya da hacdan gelmiş gibi karşılanır, onlar da yolda ve şehirde gördüklerini, askerlik hatırası gibi bir ömür boyu anlatırlardı.
Kısaca demem o ki, bugünkü yaşlı nesiller fakirliği de zenginliği de, açlığı da tokluğu da, varlığı da yokluğu da, elektriksizliği de, elektrik ve elektroniğin baş döndürücü gelişmişliğini de, envaı çeşit zulmü de hürriyeti de kağnıyı da otomobili de hızlı treni ve uçağı da abaküsü de faciti de bilgisayarı da radyoyu da televizyonu da interneti de, hâsılı bu kısacık ömürlerinde sayılamayacak çok şeyi gördüler. Hem de bu kısacık ömürlerinde.
Bu gidişle, kim bilir daha da neler görecekler.
Bütün bunlar kazanım mı, kayıp mı bilemiyoruz.
Yerleşik düzende bir köyde cenaze olduğunda, bütün köylü en az bir hafta yas tutardı. Şimdilerde ise yalnızca COVID-19’dan günde yüzlerce kişi ölüyor, hemen herkes olaya ‘vaka-i adiye’ diye bakıyor.
Bu kadar kısa bir sürede, bunca inişli-çıkışlı ve karmaşık bir hayat süren insan, farkında olmasa da gerçekte çok yoruldu. Üstelik hem bedenen yoruldu, hem ruhen ve hem de zihnen.
Lakin yorgunluğunun farkında değil çünkü her an yeni şeyler öğrenmek zorunda, kendisini daha da geliştirmek zorunda, daha çok merak etmek, daha çok şeyi keşfetmek zorunda.
Fırtınalı yılların koşuşturması insana yorgunluğunu hissettirmiyor.
Zira yorulduğunu hissettiği an, biter ve ölür.
Peki bu hayat mı? İnsan için istenilen hayat bu mu? Bütün bunlar insanı mutlu etmediğine göre istenilen hayatın bu olmaması gerekir.
Allah’ı ve Allah’ın insana yüklediği sorumluluğu unutan insan, dünyaların hâkimi, amiri, başbuğu iken, kendi elleriyle yaptığı ve tapındığı putunun esiri oldu.
Günümüzde insanların büyük çoğunluğu iki sınıfa ayrıldı. Birincileri kendi nefislerini ilahlaştırıp ona tapınanlar, diğerleri ise ellerindeki oyuncakları tanrılaştırıp onlara tapınanlar.
İki kesim insanın ortak özellikleri, kendilerini tanımamaları ve kendilerinde olmamalarıdır.
Evde, durakta, araçta, sokakta, mektepte, fabrikada, dairede, dükkânda, çarşıda vb kullanılan tüm ortak mekânlarda, insanların birbirleriyle olan münasebetleri sıfır.
Zira herkes sanal âlemde, yaşamakla yaşamamak arasında, yani araftalar.
Değil birbirlerini dinlemek, dert veya neşelerine ortak olmak, yakınlarında bomba patlasa kimsenin haberi olmayacak.
Eskiden yalnızca televizyon vardı; insanlar onun içine düşer, kaybolurlardı. Ama bu durum belirli bir süre ile sınırlıydı. Birkaç saat sonra da olsa kendilerine gelirlerdi.
Şimdiyse herkesin elinde bir oyuncak, 24 saat insanlar onun içinde debelenip duruyor.
Üstelik hiç şikâyet eden yok; herkes hayatından memnun gibi gözüküyor.
Gerçekte ise bir dokun bin ah işit...
Kendine zulmetmekte insanın üzerine yok!
Ziyanda olan insan, kaybetti.
Paylaş