Paylaş
Malum, imparatorluğumuzun enkazı üzerinden canhıraş bir atakla (Kurtuluş Savaşı) yeni bir devlet kurduk. Söz konusu ‘devlet’ olunca, eski ile yeni kavramlarını yan yana getirmek bile zordur; zira devlet yapılanmalarında devamlılık esastır. Şu halde, devletin devamlılığı açısından görünen farklılık yalnızca şekildedir. Diğer bir ifadeyle devlet yerinde olup, yalnızca rejim yani yönetim şekli değişmiştir.
Hele de bizim gibi tarihin derinliklerinden gelen ve onca devlet tecrübesi bulunan milletimizin ‘devlet’ algısı, ‘devlet ebet müddet’ (sonsuza kadar sürecek Türk Devleti) şeklindedir.
Peki, şimdi diyeceksiniz ki “Eskisiyle yenisi arasındaki bu kopukluk, zıtlık, husumet ve hatta düşmanlık nasıl meydana geldi?” İşte işin bamteli de burasıdır; bu durum tamamen tarih bilinci yoksunluğundan kaynaklanmaktadır.
Bir insanın dedesi, babası olmadan kendisi olabilir mi? Devletler de elbette hudayinabit (kendiliğinden yetişen bitki) değillerdir; onların da kendilerine intikal eden geçmişleri ve cetleri-ataları ve bunların sahip oldukları kurumları ve tüm bunlardan tevarüs ettikleri kültürleri mevcuttur.
Siz istediğiniz kadar “Biz Osmanlı torunu değiliz” deyin, bunu kimseye anlatamazsınız.
Yeni devlet yapılandırmasındaki değişim ve dönüşümler eski devleti inkâr üzerine kurgulanmışsa –ki rejim değişikliğinde zorunludur- bu durum ister istemez, yeni ile eski kuşaklar veya bunların yeni savunucuları arasında kavgaya meydan verecektir. Bu ise daha ziyade yeniyi ve yeninin getirdiklerini hemen benimseyenlerle mevcut yapıda ayak sürüyen ve eskinin alışkanlıklarından kurtulamayanlar arasında vuku bulur.
Hele bir de yeninin radikal yaptırımları eskiyi silip süpürüyorsa, tamamen inkâra dayalı bir politika güdülüyorsa, bunlara direnç gösterilmesi gayet tabiidir. Nitekim öyle de olmuştur.
Devrimler iki türlü gerçekleştirilebilir; biri akşamdan sabaha, bir diğeri ise orta ve uzun vadede zamana yayarak, alıştıra alıştıra yapılabilir. Akşamdan sabaha yapılan devrimler –ki bizde böyle olmuştur- toplumlarda şok etkisi yapar ve kabullenmeleri zor olduğundan ve hatta karşılık gördüğünden zecri tedbirlerin alınmasını gerektirmiştir.
Bu denli zoraki dayatmalar da toplumda kavgaya sebep olmuş ve ayrışmaların önünü açmıştır ki, bu hal sonsuza değin (ilanihaye) sürdürülebilen bir durum değildir.
O gün için yeniyi yerleştirmenin gereği olarak eskiyi karalamanın ve hatta inkâr etmenin bir sebep teşkil ettiğini düşünsek bile aradan bir asra yakın bir zamanın geçtiği günümüzde, aynı karalama ve inkârda ısrar etmek asla doğru bir şey değildir.
Zira bir toplum yüz yıl yalanla avutulamaz, ayrıca gerçeğin er ya da geç ama mutlaka ortaya çıkmak gibi özelliği vardır.
İyisiyle kötüsüyle tarihte yaşamış bu insanlar bizim insanımızdır, yapıp ettikleri ve sergiledikleri her şey de bizim tarihimizdir.
Olan olmuş ve bitmiştir, artık her şeyi olduğu gibi görüp ona göre değerlendirmemiz ve milletçe kaynaşmamız gerekir.
Zaten tarih okunup ibret almak için değil midir?
Her kim kendine saygı duyulmasını istiyorsa, karşısındakine saygı duymak zorundadır. Sevmek değil, onu olduğu gibi kabul etmek zorundadır.
Biz inkâr etsek de o değişmeyecektir. Ayrıca tarih, saklamakla, gizlemekle, çarpıtmakla değişmez.
Unutmayalım ki aynı millet içindeki kavganın galibi yoktur, yumurta misali biri kırıldığında diğeri de çatlar.
Paylaş