Paylaş
Sevgili Peygamberimiz, Rabbinden aldığı kulluk emrini kavmine duyurmaya çalıştı lakin ona ve getirdiği dine inanan bir avuç insandı. Üstelik bunlardan bir ikisi hariç diğerleri avamdan, çoğu köle olan fakir fukara kişilerdi.
En yakın akrabaları bile iman etmiyor ve tüm kavminin eziyet, baskı ve işkenceleri her geçen gün artıyordu. Hicretten bir yıl önce (M.621) 52 yaşında iken, evlatlığı Zeyd’i yanına alarak Taif’e gitti. Bir ay boyunca onlara nasihat etti; hiç kimse iman etmedi.
İman etmedikleri gibi, onunla alay ettiler, yuhaladılar, işkence yaptılar ve kovdular; çocuklara taşa tutturdular. Çok üzüntülüydü, mübarek kalpleri çok incinmişti; yorgun ve ümitsiz bir halde geri dönerken bacakları yaralandı. Tepelerindeki güneş ortalığı kavuruyordu. Zeyd’in başı kanlar içindeydi.
Bir duvar dibinde yaralarını sarıp, dinlendikten sonra Mekke’ye yürüdüler, karanlıkta şehre girdiler. Doğruca amcası Ebu Talib’in kızı Ümm-i Hani’nin evine gitti.
Kırık kalple abdest alıp Rabbine yalvarmaya, af dilemeye, kulların imana gelmesi ve saadete kavuşmaları için duaya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülüydü. O anda, Allahü teala, Cebrail aleyhisselama “Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübarek bedenini, nazik kalbini çok incittim. O ise, bu halde bile yine bana yalvarıyor. Benden başka hiçbir şey düşünmüyor. Git! Habibimi getir! Cennetimi, cehennemimi göster. Onu ve onu sevenleri hazırladığım nimetlerimi görsün. Onu ben teselli edeceğim” buyurdu.
Ve sırlarla dolu gece yolculuğu (İsra) başladı; Cebrail aleyhisselamla birlikte bir anda Kudüs’e geldiler ve orada kendisini bekleyen peygamberlere imam olup namaz kıldırdı. Namazdan sonra mescitten çıkıp bilinmeyen bir miraç ile bir anda yedi kat gökleri geçtiler.
6.kat gökte, Sidre denilen bir ağacın yanına gelince Cebrail aleyhisselam, “Kıl kadar ilerlersem, yanar yok olurum” buyurarak, orada kaldı. Efendimiz, Refref adlı bir cennet yaygısı üstünde; Kürsi, Arş ve ruh âlemlerini geçip bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde Allahü tealanın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız, cihetsiz (yön), sıfatsız olarak Allahü tealayı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı nimetlere kavuşup, bir anda Kudüs’e ve oradan Mekke’deki Ümm-i Hani’nin evine geldi. Yattığı yer soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamıştı.
Sabah olunca, Kâbe’in yanına gidip miracını anlattı. Kâfirler “Aklını kaçırmış” deyip alay ettiler ve doğruca Hz. Ebu Bekir’e koştular. “Muhammed aklını kaçırmış” deyip sordular “Kudüs’e ne kadar zamanda gidilir?” “Bir aydan fazla bir zamanda” deyince “Senin efendin bir gecede gidip geldiğini söylüyor, iyice sapıttı” dediler.
Hz. Ebu Bekir, Resulullah’ın mübarek ismini işitince, “Eğer o söylediyse doğrudur, inandım; bir anda gidip gelmiştir” diye karşılık verdi ve doğruca Hz Peygamberin yanına gidip miracını kutladı.
Ondaki bu teslimiyet ve halis iman, kendisine ‘sıddık’ (doğru sözlü, hakikati kabul ve te’yid eden) lakabı verdirdi.
Miraçta 5 vakit namaz farz kılındı. Bu ümmete emredilen namazla, müminler de miraca çıkıp Rablerine kavuşuyor. O’nu yüceltiyor, O’nunla konuşuyor, O’na rükû ve secde ederek yükseliyor ve O’na yakararak dua ve niyazda bulunuyor ve sırlara ve hakikatlere kavuşuyor.
Miraç hadisesiyle İslamiyet’in temelleri sağlam atıldı. İnanan, ihlasla tam inandı ve imanları kuvvetlendi. Şek ve şüphede kimse kalmadı; çürük imanlı kimse kalmadı, inanmayan inanmadı.
Hz. Muhammed’in ‘hayr-ül beşer’ (insanların en hayırlısı), onun ümmetinin de en üstün ümmet olması, miraçla bir kez daha teyid edildi.
Zamanın şairi ne güzel özetlemiş:
“Düşünüyorum: O’ndan evvel zaman var mıydı? Hakikatler, boşluğa bakan aynalar mıydı?
Kurtuluş mührü ayak, Kuran’a mecra ağız...
O ki âlem o yüzden, o ki, o yüzden varız!” (N. F. Kısakürek)
Ne mutlu!
Sevgili okuyucularımın Miraç Kandili’ni tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim.
Paylaş