Paylaş
Hemen her şey gibi, demokrasi de bize tepeden indirildi. Dolayısıyla tepedekilerin keyfine göre bir demokrasi modeli belirlendi.
Demokrasi, dışarıdan İnönü’ye dayatılınca (San Francisco kararları), kendince iktidardan düşmeme formülünü buldu ve ‘açık oy, gizli tasnif’ diyerek demokrasi adına şapkadan tavşan çıkardı.
1946 seçimleri işte bu yüz karası kanunla yapıldı. Bu durumda halk istediği kadar başka partiye oy versin, sayımı gizli yapan ‘kurşun askerler’ bunları CHP hanesine yazdılar.
Halk, jandarma nezaretinde, CHP’li muhtarın (yeni ağa türü) bacaklarının arasındaki seçim sandığına gidip, oyunu açıktan (verdiği partiyi göstererek) vermek zorundaydı.
Bütün bu baskı ve engellemelere rağmen CHP istenilen sonucu alamadı. Sandıkların büyükçe bir kısmını yakarak, denize atarak ve hepsinden önemlisi, sandık görevlilerinin karşı oyları da CHP’nin hanesine yazarak seçimi kazandıklarını ilan ettiler.
1950 yılı seçimlerine gelindiğinde, mahut yüz karası kanun (açıktan oy verip gizli sayılma) iptal edildi ve ilk kez dürüst, şaibesiz bir seçim yapılabildi.
Halkın oyları, yıllarca biriktirilen nefretle sandığa yansıdı ve CHP, o sandıklara gömüldü. DP 416, CHP ise 69 milletvekili çıkardı. Bu tablo, iki kelime ile ancak ‘öfke’nin ve ‘nefret’in sonucuydu.
Oysa CHP’nin tek başına iktidar olarak (zaten tek parti vardı) 27 yıllık yönetiminde ülkedeki tüm sivil-askeri bürokrasi tepeden tırnağa kadar CHP’liydi. Nitekim bunlardan askeri olan zevat, İnönü’ye geldi ve istediği takdirde iktidarı seçimleri kazanan DP’ye vermeyeceklerini söylediler.
Dünyaya rezil olmamak için İnönü kabul etmedi. Demokrasiye geçme sözü vermesine rağmen şaibeli 1946 seçimlerinin utancı içinde ayrıca bu kepazeliği kabul edemezdi.
İşte o gün bugündür, ne kadar iktidar (tek başına ya da koalisyon) gelip geçtiyse, bunlardan hiçbiri muktedir olmadı, olamadı, yapılmadı. İktidarda hep mahut bürokrasi oldu; seçilmişler hep yolcu muamelesi gördüler, yalnızca gelip gittiler.
1960 askeri darbesiyle bu vesayet Anayasa ile teminat altına alındı ve adeta kurumsallaştırıldı.
Halkın büyük çoğunluğunun (yüzde 52) oyunu alarak iktidara gelen Süleyman Demirel’in, ‘zavallı’ Başbakan (vesayet altında) olarak bir TRT Genel Müdürü’nü atayabilmek için göbeği çatlıyordu.
Başbakanlar, Anayasal kurum ve kuruluşların noteri gibi çalışırdı; devletin içinde bin tane devlet vardı ve her biri kendi başına buyruktu. Bu denli sorumlu bir yetkisizlik, FETÖ gibi yapıların devletin kılcallarına değin nüfuz etmesine sebep oldu.
Vesayet, şu veya bu şekilde bürokrasiyi kendine benzetti lakin millete söz geçiremedi. Bunlar darbe yaptıkça, halk bunlara karşı olan partileri iktidara taşıdı.
İşin bundan da vahimi, bizdeki vesayet odaklarının hemen hepsinin dışarıya bağlı, sahibinin sesi olmalarıdır. Bu halin tipik yansımalarını darbelerdeki tutumlarda ve en son olarak (15 Temmuz 2016) FETÖ ayaklanmasında gördük.
Sivil ve asker onlarca hatta yüzlerce bürokrat, Türkiye’den kaçtı ve yabancı devletlere iltica etti.
Halkın ensesinde boza pişirmeyi alışmış ve bunu maharet bilen mahut zevat, hâlâ seçim dışı iktidar yavesi ve darbe çığırtkanlığı yapıyor.
Bunlar halk düşmanı, halk düşmanları asla demokrat olamaz.
Darbecilere gereken dersler verilmeli ki gelecek nesiller darbe sözcüğünü ağızlarına alamasınlar.
Paylaş