Paylaş
Bir yerde, Ortadoğu’nun kaderidir bu. Bu ülkelerde sabah erken kalkan darbe yapar sözü boşuna söylenmemiştir. Her zaman söylüyoruz, mahut ülkelerin halkları, kendi yöneticilerinin elinde tutsak, tüm bu yöneticiler de emperyalizmin elinde tutsaktır.
Zira emperyalistlere göre İslam coğrafyasında yaşayanlar insan sayılmazlar. Dün zencilere yaptıkları muameleleri, bugün Müslümanlara reva görmektedirler.
Şu halde İslam coğrafyasına barış, huzur ve adalet gelecekse bu, kendisini insan dahi görmeyen Batı’nın himmetiyle değil, bizzat kendi gayretleriyle olacaktır.
Biz Türkiye olarak, bu realiteye göre politika geliştirip uygulamalıyız.
Mesela: Türkiye, Ortadoğu ülkeleriyle canciğer kuzu sarması olamaz, zira onların ağababaları buna müsaade etmez. İç savaş öncesi Suriye ile olan münasebetimiz böyleydi, ortak bakanlar kurulu toplantıları yapıyorduk.
Yaptırmadılar tabii, yaptırmadıkları gibi kanlı bıçaklı hale getirdiler.
Bugün geldiğimiz noktada, Şam’la tüm münasebetler kesilmiş olup, birbirini tamamen yanlış anlayıp değerlendiren, birbirini tehdit eden ve hatta neredeyse birbiriyle savaşacak konumdayız.
Bu hale eskiler ‘ifratla tefrit’ (çok ileri gitme-çok geri kalma, yani ölçüyü kaçırma) derlerdi ve uygun bulmazlardı.
Bakınız: Hz Peygamber’le (aleyhisselam) Mekkeli müşrikler arasında bir antlaşma yapılmıştı. Hüdeybiye Antlaşması’nın hemen tüm maddeleri Müslümanların aleyhinde olmasına karşın, lehte olan tek bir madde için ve sonuçta barış getirdiği için imzalanmıştı.
Başta Hz. Ömer olmak üzere, neredeyse tüm Ashab-ı kiram, kendileri için ‘zillet’ gördükleri bu antlaşmaya karşıydılar. Ancak Hz. Ebubekir ve onunla birlikte çok az kişi, buradaki ince siyaseti gördü ve itaat etti.
En ağır maddelerden biri şuydu: Mekke’den birisi Müslüman olup Medine’ye gelirse geri iade edilecek, buna karşın Medineli birisi putperestliğe dönüp Mekke’ye giderse geri gönderilmeyecekti.
Müşrikler, metinde besmele yazılmasını ve imza kısmında da Allah’ın resulü Muhammed yazılmasını kabul etmediler. Peygamberimiz onların istediği gibi yazdırdı. (Allah’ın ismiyle, Abdullah’ın oğlu şeklinde yazıldı.)
Antlaşmanın maddeleri müzakere edilip kabul edildiği anda, Mekkelilerin zincire vurup işkence yaptıkları Ebu Cendel, hapsedildiği yerden gizlice kaçıp Medine’ye geldi ve kendini Hz. Peygamber’in huzurunda yere atıp ‘Beni kurtarın!’ diye feryat etti.
Üstelik bu Ebu Cendel, müşrikler adına müzakereleri yürüten Süheyl bin Amr’ın oğluydu. Oğlunun onca yakarışına ve Hz. Peygamber’in onca ricasına rağmen Süheyl, bağışlamayı kabul etmedi ve oğlu zincirleri sökülmeden Mekke’ye geri gönderildi.
Kâbe’yi ziyaret için gelen Hz. Peygamber ve arkadaşlarının bu istekleri kabul edilmedi ve ziyaret adına elleri boş olarak Medine’ye döndüler.
Bu ve buna benzer diğer tüm ağır şartlar, bir madde hatırına kabul edilmişti, o da her iki tarafın (müşrikler ve Müslümanlar) birbirleriyle görüşebilmesiydi. Yani diyalog.
İşte bu madde, ‘görüşebilme’, kısa zaman içinde aleyhte olan diğer tüm maddeleri lehe çevirdi.
Sonuçta Mekke de Medineleşti, yani Müslüman oldu!
Devlet başkanları düzeyinde değil elbette ama eli kanlı da olsa Esed’le, hükümetiyle, kurum ve kuruluşlarıyla mutlaka görüşülmelidir.
Esed gidecek, gitmeli, anladık da gidene kadar ne olacak?
Ayrıca onun kalmasına veya gitmesine karar verecek olan Suriye halkıdır. Türkiye de bu kararın güvenlikli ve sağlıklı bir ortamda verilebilmesi için uğraşmıyor mu?
Baksanıza ABD’nin veya terör örgütlerinin boşalttıkları yerlere Esed yönetimi yerleşiyor.
Eli kanlı biriyle konuşmak, onun icraatlarını kabul etmek manasına gelmez.
Konuşmanın kime, ne zararı var?
Konuşmamanın zararı ise ortada değil mi?
Paylaş