Paylaş
Devleti yeterince tanımadığımızdan olacak, siyaset kurumunu hep karalayarak bu günlere geldik. Daha açık ifadesiyle, siyaset kurumuna sürekli haksızlık ettik ve onu hiç hak etmedikleri şekilde aşağıladık ve sürekli istiskal ettik.
Siyaset kurumu tek başına iktidara geldiğinde bile muktedir olabiliyor mu? Olması gerektiği şekilde söz sahibi mi, eski tabirle salahiyetli mi?
Nerdeee! İçi beni dışı seni yakar misali, tek başlarına gelen iktidarlar bile ‘hükümetçilik’ oynayıp gittiler.
Devletin idaresini sözde seçilmişlere, siyaset kurumuna verdik ama devlet hep başka telden çaldı; siyasetçi de o çalınanı dinlemek ve itaat etmek zorunda bırakıldı.
Parlamenter demokratik sistemde (bizdeki ucube şekliyle) tek başına bir parti ya da birkaç partili koalisyonlar, hükümeti kuruyor, parlamentoda çoğunluğu teşkil ediyor. Kanun çıkarabiliyor lakin anayasayı değiştiremiyor (yeterli çoğunluğu yoksa) ve bürokraside yalnızca kısıtlı sayıda atama yapabiliyor.
Üst düzey bürokratların atamaları üçlü kararname ile (ilgili bakan, başbakan ve cumhurbaşkanının imzalaması) gerçekleşebiliyordu. Cumhurbaşkanı imzalamasa, hükümet atama yapamıyordu. Nitekim bütün başbakanlar bu durumdan çok çekmiş ve davul bizim boynumuzda tokmak başkasının elinde diyerek sürekli yakınmışlardır.
Cumhurbaşkanı Necdet Sezer, AK Parti’nin 1. döneminde (2002-2007), tek bir atama kararnamesini bile imzalamadı ve koca ülke bürokraside 5 yıl boyunca vekâletlerle idare edildi.
Malum, 2. büyük savaştan sonra Türkiye, ABD’nin güdümüne sokuldu. 1945-50 arasında iki ülkenin yapmış olduğu anlaşmalara bakın, Türkiye’nin gerçekten bağımsız olmadığını görürsünüz. (Yüz milyon dolarlık bir yardım karşılığında, kendi ürettiğimiz uçak ve silah fabrikalarından bile vazgeçtik!)
Akabinde (DP dönemi) NATO’ya girildi ve ülkenin ‘liderlik’ konumundaki yetkili mercileri ABD’nin kontrolüne verildi.
Lider, bir kısım askerdi ve bir kısım üst düzey bürokrasiydi. ABD de bunlarla iş tutarak, bunca kepazelikleri (Her on yılda bir darbe) işledi. (Vatansever asker ve sivil bürokrat, elbette başımızın tacıdır ve bu anlatılanlardan varestedir.)
MİT müsteşarı, “Ben CIA’nin istasyon şefi konumundayım!” diyordu. Başbakanlar, işte ABD’ye endeksli böyle bir müsteşardan aldığı bilgilerle ülkeyi yönetecekti! Nasıl yönetebildikleri ortada!
S. Demirel, “Afrika’da darbelerden haberdardık ama burnumuzun dibindeki darbeleri bizden sakladılar” diye dert yanar ve bizzat kendisi darbelere maruz kalırdı.
O dönemde vesayet sistemi cariydi. İcranın sözde başı olan hükümetlerin, ancak yüzde 20’lik bir yetkileri vardı ve bu da devlet alanının dışındaydı. Zira hikmet-i devletten sual olunmazdı, olunamazdı!
Hükümetler okulların binalarını yapar lakin o okullarda okutulacak derslerin içeriğine (müfredat) karışamazdı.
ABD, gelip geçen tüm iktidarları sürekli baskıladı, çizmeyi aşmaya yeltenenleri de darbeyle indirdi. (Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan bu halin tipik örnekleridir.)
Ülkenin başbakanı (Ecevit), Özel Harekât’ın maaşlarını ABD’nin verdiğini bile bilmiyordu; ABD ambargo uygulayıp maaşı kesince öğrenebildi. Aynı başbakan F. Gülen’i himayesine almıştı, asker dahil kimseye söz söylettirmiyordu. O alçak da başbakana sözde şefaat vaat ediyordu.
Asker ve sivil gelen tüm hükümetler F. Gülen hainini korudu ve önünü açtı. Hatta son kertede AK Parti iktidarları döneminde “Ne istediler de vermedik?” sözüne mazhar olmuşlardı.
Ecevit ve diğer başbakanlar hain miydi? Neden F. Gülen’i koruyup toz kondurmuyorlardı?
Asla!
Çünkü derin devlet, yetkisiz lakin sorumlu hükümet ricalini “F. Gülen devletine ve milletine faydalı insan yetiştiriyor” şeklinde bilgilendiriyordu. O derin devlet de ABD’nin (CIA) güdümündeydi.
Darbeyle uzaklaştırılan S. Demirel’e “Neden şapkanı alıp gidiyorsun” diye sorduklarında “Darbeyi yapan ordu, benim ikinci bir ordum mu var ki karşı koyabileyim?” şeklinde cevap verirdi.
ABD değişmedi, dünkü ABD bugün de aynı. Görüyorsunuz, hemen her hususta Türkiye’ye dayatıyor, dayatmak istiyor. Nitekim dün de dayatıyordu. Türkiye dün “peki” diyordu, demek zorundaydı. Çünkü devletin liderliğini ABD kontrol ediyordu.
Daha açık ifadeyle, Türkiye’deki siyaset, rüştünü ispat edebilmiş değildi. Siyaset görünüşte iktidardaydı lakin muktedir değildi.
Türkiye bugün değişti; devletinin kodlarını ele geçirdi, kendisi lider oldu. Elbette ki yine dayatmak isteyeceklerdir lakin bu kez avuçlarını yalayacaklardır.
Zira artık emir alan değil, emir veren bir Türkiye var.
Hükmedilen değil, hükmeden bir Türkiye var.
İnanmayan savunma sanayimizdeki hamlelerimize, Suriye’ye, Doğu Akdeniz’e, Libya’ya ve Azerbaycan’a baksın!
Paylaş