Paylaş
Bu hal şahıs planında da aynıdır, dağ, sahil, ova, güney-kuzey, doğu-batı insanlarına bakınız, aralarındaki karakter farkını görürsünüz.
Toplumların ve kültürlerinin de bulundukları coğrafyanın özelliklerine göre şekillendiğini bilir ve gözlemleriz.
Çetin ve zorlu bir coğrafyadaki insanlar daha bir mücadelecidir. Sarp bir arazide ayakta durabilmek bile emek-çaba ister. İstisnaları olmakla beraber, bir kısım coğrafyanın insanları çalışkan, diğer bir kısım coğrafyanın insanları ise tembel olurlar.
Dünya sahnesinde rol alan biz Türklerin kaderi hep zor ve çetin coğrafyalar olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bundan dolayı da ‘Türk’e durmak yaraşmaz!’ denmiştir.
Türkler Müslüman olduktan sonra da yüklendikleri misyon gereği (ila-yı kelimetullah: Allah’ın birliğini ilan etme, duyurma ve yüceltme, kısaca tebliğ etmek) durmamış ve en çetin coğrafyalarda at koşturmuştur.
Bir kısım haramzadelerin ve nankörlerin iddia ettikleri gibi, ‘zulüm 1453’te başlamadı’. Başlasaydı eğer bugün İstanbul da tıpkı Endülüs (İspanya) gibi olurdu.
Nitekim İstanbul’un fethinden 39 sene sonra (1492), Haçlılar Endülüs Emevi devletini yıktılar ve koskoca İber Yarımadası’nda bir tek Müslüman ve Yahudi bırakmadılar. Alayının kökünü kuruttular.
Bunu zulüm görmeyen içimizdeki gafiller, İstanbul’un ve Bosna’nın fetihlerinden sonra aşağıdaki fermanları yayınlayan ve yürürlüğe koyan Türk hakanını ve Türkleri, utanmadan zalimlikle suçlamaya yelteniyorlar:
(Kısmen kısaltılmış ve sadeleştirilmiş metin) “Kabul ettim ki, kendilerinin ayinleri ve erkânları nasılsa, yine o şekilde yerine getireler. Ben dahi üzerlerine varıp kalelerini yıkıp harap etmeyem.
Buyurdum ki, kendilerinin malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bilcümle metaları ve avretleri ve oğlancıkları ve kulları ve cariyeleri kendilerinin ellerinde buluna, onlara ilişmeyem ve üşendirmeyem. Onlar dahi rençberlik edeler. Karadan ve denizden sefer edeler, kimse dokunmaya ve her birisi güvende ola. Ve kiliseleri ellerinde ola, okuyalar ayinlerince... Ticaret yapıp, gümrükleri âdet üzere vereler, onlara kimse eziyet etmeye...
Ben Fatih Sultan Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki, kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı Fransiskanlar himayem altındadır. Ve emrediyorum: Hiç kimse ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar. İmparatorluğumdaki tüm memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan ne hizmetkârlardan ne de imparatorluk vatandaşlarımdan hiç kimse, bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir.
Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın...”
Türkler, güç ve kudreti ellerinde bulundurduklarında, başka insanlara işte böyle davranıyorlardı.
Bir de güç ve kudreti elinde bulunduran ve kendine medeni diyen ABD’nin ve AB’nin davranışlarına bakın!
15. asır Bosna’sı ve İstanbul’u ile 20 ve 21. asır Bosna’sına, Irak’ına, Suriye’sine, Filistin’ine, Myanmar’ına bakın, ne demek istediğimizi anlarsınız.
Paylaş