Paylaş
Bunu, yani birinden birini tercih ettiğinizde, tek kanatlı bir kuşu tarif etmiş olursunuz; eksik yapmış olursunuz.
Evrende her şeydeki denge gibi insanın yaratılışında da bir denge vardır.
İnsanın mutlu olabilmesi için bu dengeyi, üstelik hem maddesiyle hem de manasıyla gözetmesi gerekir.
Görünen o ki insan manasını ihmal etti ve homoekonomikus oldu, yani hep kişisel menfaatinin doğrultusunda kararlar aldı ve uyguladı.
Bu, şu demektir: Benimki benim, seninki de benim! Dikkat edilirse burada yürürlükte olan güçlünün hukukudur; altta kalanın canı çıksın anlayışı!
Bu yüzden insanlar bencil oldu. Yalnızca kendilerini düşünmekle yetinmediler, birbirlerinin haklarına da göz diktiler. Oysa bu hal tamamen hayvansaldır, zira hayvanlar birbirlerinin kemiğine musallattır.
Aslında insan olabilmenin asgari şartı, “Benimki benim, seninki senin” şeklindeki yaklaşımdır.
Adalet, yani terazinin kefelerinin denk gelmesi de herkesin haklarına riayetle onların korunup güvence altına alınmasıdır. Diğer bir ifadeyle, güçsüzün hakkının korunup savunulmasıdır.
İnsan maddesini geliştirdiği gibi (yemek, içmek, barınmak vb) manasını da geliştirmelidir. Sevgisiz insan veya toplum asla paylaşımcı olamaz ve yalnızca kendisi için yaşar.
Yalnızca maddesini doyuran insan boşuna uğraşıyor. Zira böylesi insan ne doyar ne de doyurulabilir.
Doymayan insanların teşkil ettiği bir toplumu düşünün. Burada insaniyetten, insani değerlerden eser bulunabilir mi?
Bakınız, bugün maddiyat üzerinde kurulan birliktelikler, zorda kalındığında veya en ufak bir menfaat karşısında nasıl tarumar oluyor. Kendilerine medeni diyen ülkeler, birbirlerinin maskelerine el koyuyor, hayati öneme haiz solunum cihazlarını çalıyor, biri diğerinin siparişini havada iken iki misli fiyat vererek resmen gasp ediyor. İsveç’te 92 yaşında kalp hastası olan bir hanımefendinin gitmek zorunda kaldığı marketteki poşetlerinin taşınması için belediye kendisinden 370 İsviçre Kronu (250 TL) talep ediyor. Kadıncağız, “Bu parayı verirsem ben aç kalırım” diyor ama derdini kimseye anlatamıyor.
İşte, görüyorsunuz: Mana olmayınca, vefa İstanbul’daki bir semtin adı olmaktan ibaret kalıyor.
Halbuki sevgiyi çoğaltabilen insan, “Seninki senin, benimki de senin” deme erdemine kavuşur.
İşte bütün semavi dinler insanoğluna bu erdemi tattırabilmek için gelmiştir. Onlara bir anne ve bir babadan geldikleri, yani kardeş oldukları anlatılır ve kardeşlerin birbirlerini sevip karşılıklı olarak haklarını gözetmeleri öğütlenir.
Diğer bir ifadeyle dinler, insanlara hadlerini bilmeleri için gönderilmiştir.
Bunun da özeti: Kendin için istediğini başkaları için de istemek ve kibirli olmamak.
Birincide adalet, yani hakça paylaşım, ikincide ise insanın kendini tanıması, yani haddini bilmesi vardır.
Ama gelin görün ki insanoğlu ikisinde de taşkınlığa gitti ve hem kendisine hem de çevresine zulmedenlerden oldu, insanlıktan çıktı.
Vahşi hayvanların bile eline su dökemeyeceği bir canavara dönüştü.
İnsana insan olduğunu hatırlatması bakımından bu virüsün çok faydası oldu. Böylece insan bir muhasebeye girişti ve “Ben neyim, cirmim ne kadar, neye memurum” diyebildi.
Bakınız: Sokağa çıkamayan insan, en yakınlarına bile mesafeli olmak zorunda. Sahip olduğu servetinin, menkul veya gayrimenkullerinin, mevki ve şöhretinin hiçbir değeri yok.
Yeryüzünde yürüyemiyor bile ama dün bütün bunların maliki olarak, böbürlenerek yürüyordu. Oysa bugün güvenip sarıldıklarının, övünüp caka sattıklarının tümünün boş ve hayal olduğunu gördü.
Yeryüzünde böbürlenerek yürüyüşünde ağırlık ve azametiyle yeri yaramayacağını ve dağlarla yükseklik yarışına giremeyeceğini anladı.
Hem de kimsenin anlatamayacağı şekliyle... İliklerine kadar hissederek anladı.
Sonunda “Ben insanım” dedi, diyebildi. Daha ne olsun!
Paylaş