Paylaş
Önce Mersin Toroslar’dayız..
İlk sözü baştan yazıyorum:
“Eğer bir dünya çevre ödülü verilecekse Tarsus’taki bu birkaç insana verilmelidir.”
Neden mi? Anlatayım...
Tam bir yıl önce şöyle yazmışım:
“Yağmur çiseliyordu.
Aklı, bahçesinde yeni diktiği zeytin fidelerindeydi. Tam eve dönecekti ki...
Baktı... ‘Hızarcı R.’nin önünde muazzam bir kütük duruyor. Yaklaştı... Emin olamadı. Biraz daha yaklaştı.Gözlerine inanamadı. Tonlarca ağırlıkta zeytin ağacından bir kütük.
Bu derece büyük bir ağaç kalıntısı yüzlerce yıl öncesine ait olmalıydı.
Ve bildiği bir tek şey vardı; o da zeytin ağacının kök suyunun kolay kurumadığı.
Bir an düşündü. Hızarcıyı durdurmaya çalışsa olmaz. Para verip almış.
Odun yapıp satacak.Yüzlerce yıllık bir kök, odun olup yanacak...
Karar verdi. En iyisi başkanı aramak.
Başkan toplantıdaydı. Telefonla ulaştı: ‘Başkanım, yüzlerce yıllık bir kök gitmek üzere...’
Ve anlattı... Başkan sözü ikiletmedi. Hızarcı R.’ye bir teklif yaptı:
- Arkadaşım, bu kütük kaç ton?
- 4 ton.
- Peki sen bize kütüğü ver. Ben de sana 4 ton odun vereyim.”
İşte böyle başladı mucize..
Başkan bir vinçle kütüğü Alparslan Türkeş Parkı’na taşıdı. Her gün suladılar. Bir bebek gibi baktılar 8 asırlık köke... Ve aradan tam bir yıl geçti.
Yine bir 29 Eylül sabahı...
800 yıllık bir kütükten zeytin fışkırdı...
Mucize değildir de nedir bu?
4 ton ağırlığında bir kütük... 800 yıl öncesinden geliyor. Ve zeytin veriyor.
Zeytin uygarlığın ve barışın köküdür. O kütüğü gören kardeşime... (Adını bir türlü öğrenemedim.)
Bir telefonla harekete geçip 4 tonluk kütüğü oduncudan alan Toroslar Belediye Başkanı Hamit Tuna’ya.. Ve kütüğü belediyeye bağışlayan oduncuya... Dünya çevre ödülü verilmesin de ne yapılsın... Dünya zeytinciliğinin simgesi olur bu kök...
Önerim şudur ki:
Türkiye’nin büyük zeytin ve zeytinyağı markaları, bu kökü bir Türkiye simgesi olarak dünyaya açabilirler...
800 yıl önceden gelen bir mucize gibi...
Bir Anadolu logosudur bu zeytin... Kullanın...
ANADOLU’DA BİR GLADYATÖR KENTİ
PROF. Hatice Pamir’in heyecanını anlamamak mümkün mü?
Belki de bir arkeoloğun hayatı boyunca bulabileceği en büyük eseri gün yüzüne çıkarmak için çalışıyor. Antakya’da... Yaklaşık 500 metre uzunluğunda... 75 metre genişliğindeki bir hipodrom. Ve ayrıca tapınak...
80 bin kişilik seyirci kapasitesi var. Ama bugün değil... MÖ 1. yüzyılda inşa edilmiş. (Bugün 80 bin kişilik stadyum kaç tane var bilmiyorum.)
Roma döneminden kalma. Ve Roma’daki hipodromdan daha büyük.
İşte böyle bir coğrafyada yaşıyoruz arkadaşlar.
O dönem bilinen üç büyük kent var.
Roma, İskenderiye ve Antakya... Ve Antakya büyük bir siyasi güç... Düşünün ki, asırlar önce, Antakya’nın ortasında, gladyatörler atlı arabalarla ölümüne savaşıyorlar...
Neyse ki Kültür Bakanlığı bu kazıya el atmış.
Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi Arkeoloji Bölümü kazıyı yürütüyor. Ama ilginç olan bir şey daha var... Hani hep kullanırız ya, “Elin oğlu Ay’a gidiyor” diye...
İşte bu kazı için de aynı şeyi söylüyorum.
1932 yılında Princeton Üniversitesi’nden buraya gelip kazı yapmışlar.
Ve yine son söz olarak aynı noktaya geliyorum.
İnsanlık tarihinin ilk tapınağı Göbeklitepe’den Efes’e, oradan Likya yoluna..
800 yıl öncesinden gelen zeytin mucizesinden...
Tarihin en büyük hipodromlarından birisinin ortaya çıktığı Antakya’ya kadar...
Bu zenginliği dünyaya nasıl anlatacağız.
Türkiye yalnızca “deniz ve güneş turizmi”ni değil, artık bu zenginliği de hedeflemelidir...
Paylaş