Paylaş
Dedi ki:
* * *
- “Birleşmiş Milletler’e (BM) mektup göndererek İdlib’in Han Şeyhun kasabasındaki kimyasal saldırının soruşturulması amacıyla bölgeye uzman heyeti göndermesini talep ettik, cevap alamadık.”
* * *
- “Onlar (İdlib’deki muhalifler) kimyasal saldırının saat 06.30’da olduğunu söylüyorlar. Oysa biz Han Şeyhun’u 11.30’da vurduk. O yüzden bu anlatılanlar yalandır.”
* * *
- “Han Şeyhun görüntüleri, Beyaz Miğferler’in (El Kaide yanlıları) 2 yıldır yayınladığı görüntülerle aynıdır. Daha önce Rus hava saldırısında çocukların öldüğünü gösteren fotoğrafların daha sonra sahte olduğu ortaya çıktı. Bir çocuğu alıp üzerini sahte kan ve çamurla kirletip fotoğrafını çektiler. Diğer görüntüler de buna benzer.”
* * *
- “İddia ettikleri gibi 60 kişi ölseydi, kent nasıl olur da eskisi gibi yaşamına devam ediyor? Halkı tahliye etmediler. Şehri tek bir kişi bile terk etmedi, hayat olağan seyrini sürdürdü, oysa onların iddiasına göre kitle imha silahı kullanıldı.”
* * *
- “ABD Şayrat Hava Üssü’nde kimyasal silah olduğunu iddia etti. O üsse attıkları roketlerle tüm depoları vurdular ama gaz yayılmadı. Asker ve personelden kimse gazdan zarar görmedi. Bu da Şayrat’tan hiçbir gaz saldırısının düzenlenmediğini gösteriyor.”
- “Görüntülerde, kurtarıcı olduğu iddia edilen kişilerin maske ve eldiven takmadan insanlara yardım ettiği görülüyor, rahat rahat dolaşıyorlar. Sarin gazı yayıldığı iddia edilen bir şehirde bu nasıl olabiliyor?”
* * *
Bunlar yabana atılacak sözler değil.
Bu bölgenin sicili pek parlak değil. İkinci Körfez Savaşı’ndan önce Saddam’ın kimyasal silahları ile ilgili bilgilerin doğru olmadığı yıllar sonra anlaşılmıştı.
Durum böyleyken Birleşmiş Milletlerin bölgeye temsilci göndermemesi sizce doğru mu...
* * *
Bu iddialar, sırf Suriye Devlet Başkanı Esad’ın ağzından çıktı diye görmezden gelinemez.
O EVİN PENCERESİNE UKALA NAZARLAR ATMAK
19 Eylül 2009 günü yazdığım yazının başlığı şöyleymiş:
“Bazen Ankara’yı özlüyorum.”
Bir bölümünü yeniden aktarıyorum.
* *
Yılmaz Erdoğan’ın “Ankara” şiiri şu dizelerle başlıyor:
“ankara’ya
öyle yakışırdı ki kar...
asfaltlar ışıldar,
buz tutardı resmi yalanlar...”
* * *
Cumhuriyet’in başkentine okumaya gelen çocukları, yani bir zamanların ben’ini, bizlerini, çoğumuzu şöyle anlatıyor:
“hülasa kente hukuk mukuk okumaya
mümkünse o arada da memleketi kurtarmaya gelmiş
anadolu çocukları...”
* * *
Yüksel Arslan’ın ölümünü öğrenince, hayatımın 17 yılını geçirdiğim Ankara’yı düşündüm. Sekiz yıl önce yazdığım gibi şu soru yine aklıma geldi:
“Acaba Ankara’yı özlüyor muyum?”
* * *
Kar gerçekten o şehrin üzerine çok güzel serilirdi.
Çirkinlikler gider, geriye yaprakları dökülmüş ağaçlar altındaki Güniz Sokak kalırdı.
Yani, çirkinlikler ve “resmi yalanlar” örtülünce, geriye “şehir” kalırdı.
* * *
Evet, bazen Ankara’yı özlüyorum.
Arkadaşlıkları, heyecanları, apartman dairelerindeki hayatları, Fransız Kültür Merkezi’nde keşfettiğim albümleri, Jacques Loussier’leri, Leny Escudero’ları özlüyorum.
* * *
Bazen Yalçın Küçük’le, “Yankı” dergisindeki o küçük odada karşılıklı iki masada çalışmamızı bile özlüyorum.
* * *
İsyankâr bir solcu öğrenci olarak, ülkemin başbakanı Demirel’in evinin önünden korkusuzca geçerken, o eve dönüp ukala, hatta fütursuz nazarlar atabilmeyi, sonra da polisler tarafından hiç rahatsız edilmeden, elimi kolumu sallaya salaya sağa dönüp Kuğulu Park’a gitmeyi, orada Tansu’yla buluşmayı özlüyorum.
* * *
TRT dedikoduları yapmayı, Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosu’ndan iki-üç arkadaşım var diye gurur duymayı, Bulgar Kültür Ataşesi’nin bize hediye getirdiği erik rakılarını içmeyi, “Tavukçu”da yemek yemeyi, sonra bir büyüğümüzün daveti üzerine “RV” restorana terfi etmeyi özlüyorum.
* * *
Erdal Öz’ün “Sergi” kitabevinden “Ant” dergisini almayı, ertesi gün kalan son paramla Tarhan Kitabevi’nden “Melody Maker” dergisini almayı özlüyorum.
* * *
Figen Batur’un “Levni”sinde, Hoca Ali Rıza’nın karakalem çalışmalarını, Yüksel Arslan’ın fallik desenlerini seyrederek ucuz şaraplar içtiğimiz ama keyif aldığımız akşamüzerlerini özlüyorum.
* * *
Zuhal Olcay’ın “Ankara’da Âşık Olmak” şarkısını sevdiğimiz günleri de özlüyorum. Bazen, hatta sık sık, o sokaklardaki kendimi özlüyorum.
* * *
Öyleyse ben son yıllarda bu şehirden niye bu kadar koptum?
Niye beni hüzünler bastı?
* * *
Tekrar Yılmaz Erdoğan’ın “Ankara”sına dönüyorum.
“hiçbir şey
kapalı bir dükkân kadar
hüzünlü gelmez insana
ankara’da.
yoksa bugün bir hayat
yaşanmayacak mı duygusu çöker bütün bozkıra.”
* * *
Galiba Ankara’ya böyle bir hüzün çöktü...
Artık yaşayamayan, yaşatılmayan bir şeylerin bana verdiği ıstırap bu galiba...
FENER’İN ELİNDEKİ VİDEO KASETLERİ
FENERBAHÇE basket takımının Atina’daki ikinci maçından biraz perde arkası vereyim.
Fener yöneticilerinin elinde ilginç bir video var. Panathinaikos başkanı ve oğlunun salonda sinirle sigara içip, izmaritleri sahaya fırlattığı görüntüler.
Adamı çileden çıkaran da Fenerbahçe’nin kayıtlara geçirdiği bir ilk olmalı.
Euroleague tarihinde bir takım ilk defa deplasmandaki 2 maçı birden kazandı.
Hem de Panathinaikos salonundaki 22 bin seyircinin olağanüstü tezahüratı altında.
Tebrikler Fenerbahçe.
300 ISPARTALIYA KARŞI ERTUĞRUL
- PANATHİNAİKOS başkanı birinci maçtan önce, sosyal medyada “300 Ispartalı” görüntüleri yayınlamış.
Acaba Aziz Yıldırım neyi koymalı.
“Diriliş” dizisinden Ertuğrul mu...
Üst akıl tokatlayan Abdülhamid mi...
Yoksa Polat Alemdar mı...
Paylaş