Paylaş
İlki, çok stratejiktir:
Devletin, ülkedeki terör karşıtı hassasiyeti ve artan milliyetçi duyguları arkasına alarak her türlü eleştiriyi, gösteriyi, protestoyu “teröre destek” olarak görmesini ister. Devleti yönetenler, detaylarla ilgilenmemeye başlar. Yanlışlara dair en ufak eleştiriyi, mağduriyetlere yönelik itirazları, “terör ağzı” diye genellemeye başlarlar.
Böylece, Devletin “terör cephesi” etiketini yapıştırdığı cephe genişler. Cephe genişledikçe terör örgütleri ellerini ovuşturur. Mağduriyetler üzerinden, ulusal ve uluslararası propaganda imkÂnlarını artırırlar.
İkincisi, daha etkilidir:
Terör örgütleri, Devlet adına terörle mücadele eden güvenlik güçlerinin ruh halini hedef alır. Kör şiddetleri arttıkça, dağda-taşta, gece-gündüz, ailesinden uzak mücadele veren güvenlik mensuplarının, bazen kaybettikleri bir arkadaşlarının acısıyla, bazen çalışma koşullarının dayattığı stresle, hukuk devleti sınırları dışına çıkıp işkence, kötü muamele gibi hatalar yapmasını beklerler. Çünkü uluslararası platformlarda, yaşama hakkı başta, temel hak ihlallerinden daha büyük bir propaganda malzemesi bulamayacaklarını iyi bilirler.
Türkiye, geçmişte bu tuzağa çok düştü. 90’ların başında dünya, PKK’nın kanlı katliamlarından çok, güvenlik mekanizmalarındaki hukuk dışı yapılanmaların başvurduğu uygulamaları, işkenceleri, dışkı yedirmeleri konuştu.
“Dünyanın bahaneye ihtiyacı yok, zaten terör örgütlerinin yanındalar” diyebilirsiniz. Haklı olabilirsiniz. Devletler, o devletleri yöneten siyasetçiler başka hesaplarla hareket edebilir. Ancak, hak ihlalleriyle ilgili propagandanın doğurduğu daha tehlikeli sonuç, o ülkelerin halklarını ve Türkiye’ye duydukları sevgiyi kaybetmek olabilir.
Gelin son bir ayda yaşanan birkaç olaya bakalım:
23 Temmuz 2017: Ankara Yüksel Caddesi’nde polis göstericilerden ikisini yere yatırmış ve ters kelepçe takmaya çalışılıyor. Bütün dünyaya hızla yayılan arbede görüntülerinde bir göstericinin kolunun kırıldığı, açıkça gözle görülen kırık kemikten anlaşılıyor.
5 Ağustos 2017: Şemdinli’nin bir köyünde, köy meydanına toplanan köylülere dayak atıldığı iddia ediliyor. Vücutlardaki darp izlerini gösteren fotoğraflar sosyal medyada ışık hızıyla yayılıyor. Valilik, ilk önce “Güvenlik güçlerinin vatandaşlarımıza işkence yaptığı yönündeki haberler tamamen asılsızdır ve terör örgütünün propagandasını yapma maksadını taşımaktadır” diyor. Ancak bir gün sonra bir polis memurunun “kuvvetli suç şüphesi” nedeniyle açığa alındığı kaydediliyor.
10 Ağustos 2017: Kadıköy’deki gösteriye polis müdahale ediyor. Gözaltına alma işlemi sırasında Gülsüm Elvan’ın kolu kırılıyor.
12 Ağustos 2017: İki genç kadın İzmir Alsancak’ta motosikletli iki kişi tarafından fiziki tacize uğradıkları iddiasıyla sokaktaki polisten yardım istiyor. Başvurulan polis, olayın saatini, kadınların kıyafetini ve ellerindeki bira şişesini, taciz iddiasından daha çok önemsiyor ve kadınlara hayat dersi vermeyi tercih ediyor. Tacizcilerin peşine düşen olmuyor ve gecenin sonunda, genç kadınlardan birinin yardımına muhtaç kaldığı polisten yediği dayağı gösteren videoyu hep beraber izliyoruz.
Buraya dek yazdıklarımı, verdiğim örnekleri, ortaya çıkan neden-sonuç ilişkisini, en iyi güvenlik bürokrasisi biliyor.
Toplantılarda birbirlerini sürekli “90’ların yanlışlarına düşmeyeceğiz. Bu münferit olayların sistematik hale gelmesine izin vermeyeceğiz” diye uyardıklarını biliyorum. Başbakan Binali Yıldırım’ın duyarsa, öğrenirse bu tür olaylara kayıtsız kalmadığını da çok iyi biliyorum. Yıldırım’ın bu hassasiyeti, güvenlik kurumlarının en üst yönetiminde de var.
Bu işin mücadelesini verenlere, bu aralar sıkça “normalleşmek, gerilimi düşürmek lazım” diyen AK Partili siyasetçiler de destek verirse, “hukuk devleti” ve “normalleşme” bir “ihtimal” olmaktan çıkıp gerçeğe dönüşebilir.
Paylaş