Paylaş
Haklarımız var ve bu haklar çok olağanüstü durumlarda, sadece millet olarak yetki verdiğimiz kurumların kararlarıyla kısıtlanabilir.
Bana göre en önemlisi “yaşam hakkı”dır. Bir suç işlemedikçe, başkalarının haklarını ihlal etmedikçe, yaşamaktan sonraki en büyük hakkımız “özgürlük”tür.
Devlet aygıtının en kritik görevlerinden biri, vatandaşının güvenliğini sağlamaktır. “Güvenlik” de bir haktır.
Düşünmek, insanın doğasında vardır. “Düşünce özgürlüğü” de bu yüzden yaşamsal bir haktır. Ancak bu hakkın vazgeçilmezi de düşüncenizi “ifade özgürlüğü”dür.
Haklarımızı, başkalarının haklarını çiğnemeden, yaşadığımız toplum içinde uyumlu bir şekilde kullanabilmemizin teminatı, adaletli bir hukuk sistemidir.
Vatandaş olarak tabi olduğumuz kanunlar, bir yanlış yaptığımızda, bir suça ortak olduğumuzda, onlara uymadığımızda yaptırımlarla karşılaşmamızı gerektirir. Bunun denetimini yapmak, o yaptırımları belirlemek, yine millet olarak yetki verdiğimiz mahkemelerin işidir. Vatandaş olarak o mahkemelerdeki en büyük güvencemiz, suç ispat edilene dek “masumiyet karinesi” ve “adil yargılanma hakkı”dır.
Devlet karşısında sesini duyurmanın en etkili yolu örgütlü olmaktır. “Örgütlenme hakkı” ve “gösteri hakkı” bu açıdan vazgeçilmezdir.
“Eğitim”, “Sağlık”, “Mülkiyet” ve “iş güvencesi” hakları, sosyoekonomik hayatımızın omurgasıdır.
Temel hak ve özgürlüklerimizi buraya sığdırmak zor. Siz en iyisi Türkiye’nin taraf olup iç hukuku üzerinde tuttuğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni açıp maddeleri tek tek okuyun.
GÜLMEN VE ÖZAKÇA’NIN BAŞINA GELENLER
Önceki gün, Yüksel Caddesi’ndeki manzarayı uzaktan izlerken, bu hakları düşündüm.
Akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça KHK ile kaybettikleri işlerini geri almak için eylemdeydi.
İkisi de bir gece vakti yayınlanan KHK’ların ekindeki listelerden işlerini tamamen kaybettiklerini öğrenmişti.
Haklarında bir mahkeme kararı yoktu ama devlet aygıtını temsil eden amirleri, üye oldukları sendikaya, sendikal faaliyetlerine, değişik araçlarla paylaştıkları düşüncelerine bakıp “terör örgütleriyle iltisaklı” oldukları kanaatine varmıştı.
OHAL mevzuatına dayanarak, iş güvencesi hakları ellerinden alınmıştı.
Altı aydır bir gelirleri yoktu.
Sosyal Güvenlik hakları da ortadan kalktığı için devletin sunduğu sağlık kurumlarına erişim hakkını da kaybetmişlerdi.
En önemlisi, başlarına gelen bu durum karşısında haklarını aramak için başvurabilecekleri tek bir merci de yoktu.
Bireysel başvuru hakkı çerçevesinde kapısı çalınabilecek olan Anayasa Mahkemesi’nin başkanı, kapıyı kapatmıştı.
İdarenin bu tür kararları karşısında hak aramanın en önemli adresi olan Danıştay’ın başkanı da son konuşmasında “OHAL’de olur böyle şeyler” demeye getirmişti.
Avrupa Konseyi’ni ikna etmek için benzer durumda olanların başvurması için kurulması vaat edilen komisyon henüz kurulmamıştı.
Bu arada geçinmek için çalacakları her iş kapısı, “KHK ile atılmış” etiketi yüzünden yüzlerine kapanıyordu.
HAKLAR İÇİN YAŞAM HAKKINDAN VAZGEÇMEK
Açlık grevi kavramı ile 1996’da cezaevlerindeki eylemi gazeteci olarak takip ederken tanışmıştım. Doğru bulmamıştım.
Bu yüzden eylemin kalıcı hasarlar ortaya çıkmadan, ölümler başlamadan bitirilmesi için başlatılan bütün girişimlere aktif destek vermiştim.
Bugün de bir hak arama mücadelesinde en değerli hak olan yaşam hakkından vazgeçmeye dayanan bu eylem biçimini doğru bulmuyorum.
Ancak, 1996’da cezaevindeki eylemcilerden duyduğumuz “Sesimizi duyurmak, hakkımızı aramak için yapabileceğimiz başka hiçbir şey kalmamıştı” açıklamasını da unutamıyorum.
Şimdi aynı cümle Gülmen ve Özakça’dan geliyor ve onlara “dışarıda” oldukları halde haklarını arayabilecekleri başka bir yol gösteremiyoruz.
Bir de gözümüzün önünde eriyip gitmelerini görmezden geliyoruz.
Yüksel Caddesi’nden ayrıldığımdan beri, siyasetçilerin sıkça alıntıladığı “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü tekrarlayıp duruyorum.
Sahi biz hangi arada bu kadar duyarsız olduk?
Paylaş