Paylaş
“İzmir’i İstanbul’un durumuna düşürmek istemiyoruz...”
Ve devam ediyor.
“İzmir’in kalkınmasını, yaşanacak bir kent olmasını, gecekondulardan kurtulmasını, sosyal donatı alanlarının, otoparkların, yolların, spor alanlarının yapılmasını istiyoruz. Biz yaşanacak bir kent yaratmak istiyoruz...”
Ben de katılıyorum başkana...
Ben İzmir’in ekonomik olarak kalkınmasını ve hak ettiği yerde olmasını istiyorum.
O yüzden gençlerimizin İzmir’de iş bulmalarını, nitelikli göçün olmasını bekliyorum.
Bunun için de kentin belirlediği stratejiye uygun ve mümkünse yüksek teknoloji yatırımları almasını, turizm ve hizmet sektörüyle kalkınmasını öneriyorum.
Ve de tarımı, tarımsal sanayiyi unutmamasını istiyorum.
Değişim kaçınılmaz; bugünkü Türkiye koşullarında nüfusun artmaması, yatırımların durması mümkün değil.
Ama İzmir’i korumak da elimizde...
İstanbul’u herkes gibi ben de çok seviyorum.
Ama birkaç gün sonra o koca kent beni boğuyor.
Bir an önce İzmir’e dönmeyi hayal ediyorum.
O yüzden bazı adımlar atarken geçmişin kötü örneklerinden dersler çıkarmamız gerekir.
İstanbul da o örneklerden biri işte...
Ve Başkan Kocaoğlu’nun bu çıkışını haklı buluyorum.
Kimse kötü gidişata evet demez
Ama şunu da unutmayalım ve yapmayalım.
Her yeni yatırıma, projeye ve fikre baştan karşı çıkmayalım.
Çünkü böyle bir tehlikeyi de uzun zamandır görüyorum.
Dünyada milliyetçi akımlar yükselirken, kentler de benzeri refleksler gösteriyor.
Geçenlerde yazdım.
Birileri “Ben Türkiye’yi senden, ben İzmir’i senden şu kadar daha fazla seviyorum” demeye çalışıyor.
Arkadaş elindeki o sanal barometreyle bu işlere girme...
Bunun bir ölçüsü yok.
Ve de doğru değil.
Hepimiz bu ülkeyi ve yaşadığımız kenti seviyoruz.
Hiç kimse kötü bir gidişata evet demez, diyemez.
Herkes huzurlu, mutlu ve gelecekten umutlu olmak istiyor.
Bırak bu sanal ölçümleri de, bir şeyler yap ve bunu yaparken başkalarını eleştirmeyi, engellemeyi bırak.
Şimdi böyle yazınca “Bak bana bir şey söylüyor, bana laf atıyor” diye yazanlar oluyor.
Vallahi da billahi de; lafım ortaya...
Ben şu sosyal medyayı
bazen anlamıyorum
Şu sosyal medya bir alem...
Bazen çok eğleniyorum, bazen de üzülüyorum.
Eğleniyorum, çünkü o kadar sıkıcı ve gri konularla uğraşıyoruz ki gün içinde, 15 dakika sosyal medyada sörf yapmak iyi geliyor.
Genellikle insanlar mutlu, neşeli anlarını koymaya çalışıyor.
Ya da mutluluk pozları veriyor.
Olsun, bu bile iyi...
Çünkü mutlu olmayı bilmiyoruz.
Ve başkalarının mutsuzluğundan mutlu olan bir milletiz.
O yüzden insanların kendileriyle dalga geçen halleri, klasik duruşunun yanında bir de normal halleri bana iyi geliyor.
Hem yeni insanlar tanıyorum, hem de biraz tanıdıklarımı artık daha iyi biliyorum.
Bu benim gazeteciliğimi de besliyor.
Haber alıyorum, haberdar oluyorum.
Bunlar işin iyi kısmı...
Bir de kötü yanı var, yani üzüldüğüm yanı...
Ya arkadaş; adam ayağını kırmış ya da ameliyata girmek üzere veya ameliyattan yeni çıkmış.
Pat bir fotoğraf ve de yorumlar...
Ayağını kıran adama bir “beğen” atmak nasıl bir şey, ameliyattan yeni çıkmış, gözünü bile açamamış bir arkadaşa “Valla çok beğendim” demek nasıl bir iş...
Daha da kötüleri var; hadi onları söylemeyeyim.
Beni eğlendiren dakikalar bunları görünce hüzünlenmeme neden oluyor.
Ama ne yapalım, sosyal medyasız da yapamıyoruz.
Çeşme mi Bodrum mu?
Temmuz, ağustos günlerini bazılarımız çalışarak, bazılarımız tatilde geçiriyor. Bizler gibi çalışıp arada kaçamak yapanlar da var.
Çeşme mi, Bodrum mu; yine soruluyor.
Anlatalım biraz...
Hafta sonu biraz bu konulara gireyim.
Girelim çünkü tatil beldelerimizi korumamız lazım, çünkü turizm Türkiye için önemli bir sektör...
Ve hepimizin gördüğü bazı eksikler var.
Hafta sonu notlarımı paylaşacağım.
Paylaş