Biga’da, 35 metrekarelik bir dükkânda başlayan bu yolculuk, Doğtaş gibi bir mobilya devine evriliyor. Ancak bu başarı ne tesadüf, ne de bir “altın bulma” hikâyesi… Davut Doğan’ın da altını çizdiği gibi başarının arkasında bir aile dayanışması, sıkı bir çalışma ve sabırla uygulanan altı altın kural var.
Davut Doğan, kardeşleriyle birlikte babalarının kahvehane gelirleriyle kurdukları küçük bir mobilya işini nasıl büyüttüklerini, karşılaştıkları zorluklara rağmen pes etmeden yollarına nasıl devam ettiklerini büyük bir samimiyetle anlatıyor. “Kenar mahallede doğmuş altı kardeşiz” diyerek başladığı bu hikayede, yokluktan gelen bir ailenin eğitime, çalışmaya ve fırsatları değerlendirmeye olan inancıyla nasıl başarıya ulaştığını öğreniyoruz.
Doğanlar ailesi, önce 35 metrekarelik dükkânlarını 80 metrekarelik bir üretim alanına taşımış. Daha sonra “Doğan Mobilya” olan marka, “Doğanlar Mobilya” ve nihayet “Doğtaş” adıyla tanınan bir dünya markasına dönüşmüş. Bu süreçte aile içinde bir anayasaya dayalı disiplin ve işbirliği geliştiren aile, iş dünyasına kurumsallaşmanın önemine dair güçlü bir mesaj veriyor.
Ben Doğan ailesini 90’dan beri tanıyorum.
Neredeyse bu hikayeye en yakından tanıklık eden insanların başında geliyorum.
O yüzden bu kitap, Davut Doğan’ın anlattıkları, ailenin diğer üyelerinin birbirleriyle olan ilişkileri birçok Anadolu kaplanı için tam bir örnektir.
Eğitimde Ne İstihdamda Olan yani NEET raporu gençlerin istihdama katılabilmesi için yapılması gerekenleri anlatıyor. Kentimiz İzmir Derneği ile birlikte yapılan ve Ege Genç İş İnsanları Derneği’nin (EGİAD) liderliğinde yapılan bu çalışma çok çarpıcı notlar sunuyor.
Raporu Doç. Dr. Işıl Kurnaz kaleme almış.
EGİAD’ın sunduğu çözümler, raporda somut adımlarla belirtilmiş. Örneğin; eğitim sistemimizin iş dünyasının dinamiklerine göre yeniden düzenlenmesi, NEET gençlerin kalıcı bir şekilde istihdamda yer bulabilmesi için çok önemli bir adım.
Bu rapor, İzmir’in genç iş dünyasından gelen bir çığlık aslında. Artık gençlerin ekonomiye katılmaları, toplumsal içermelerinin sağlanması, sadece onların değil, tüm toplumun refahı için kritik bir önem taşıyor.
Gençleri geleceğe hazırlamalı
Bunları siyasetten uzak bir gözlem olarak anlatıyorum.
Aslında bu sorun sadece Türkiye’ye özgü de değil.
Avrupa da kamunun hantallığını kabul ediyor ve çareler arıyor. Birçok ülkede verimlilik konferansları yapılıyor, çalıştaylar düzenleniyor ancak ne kadar sonuç alındığından emin değilim.
Örneğin birçok belediye başkanıyla sohbet ediyorum.
Hemen hepsi bütçenin büyük çoğunluğunun personel giderlerine gittiğini söylüyor.
Demek ki gereğinden fazla bir personel var ve böyle olunca da yatırımlara kaynak yetersiz kalıyor.
Belediyelerin ihtiyacı varsa elbette yeni personel alacak ama insan kaynağını doğru kullanmak, bu konuda iyi bir planlama yapmak da başkanların görevi arasında…
Seçik kazanma kaygısı, partilerin verdiği sözler, siyaset içi dengeler ve benzeri birçok detay anlaşılıyor ki kamunun da belediyelerin de elini kolunu bağlıyor.
Amsterdam’da Ajax-Maccabi Tel Aviv maçı sırasında patlak veren olaylar, aslında futbolun da ne denli yüklü bir mecra haline geldiğini gösteriyor. Bu yaşananlar sporun yalnızca spor olarak kalmasına izin vermiyor. Her taraftar grubunun, tribünlerde kendi sesini duyurma çabası, futbolun sahada oynanan bir oyun değil, adeta siyasi bir çatışma alanı haline geldiğini bize anlatıyor.
Paris’te Fransa ve İsrail takımlarının karşılaşması öncesi 4 bin polisin görevlendirilmesi, toplumun güvenliği sağlama ihtiyacını ortaya koyuyor. Sporun barış ve dostluk içinde yapılabilmesi için binlerce güvenlik görevlisinin önlem alması gerektiği bir noktaya geldik. Sanat ve spor, insanları barıştıracakken, daha fazla ayrışmaya neden oluyorsa burada bir sorunu konuşmalıyız.
Beşiktaş ve Maccabi Tel Aviv’in seyircisiz maç kararı da bu tabloyu doğruluyor. Amsterdam’da yaşananların ardından alınan bu karar, gerginliklerin sadece bir şehirle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Bu, yalnızca sahada oynanan bir oyun değil; insanların içinde biriken öfkenin, korkunun, ayrımcılığın sahaya taşındığı bir sembol haline geliyor.
Sanat ve sporun birleştirici gücünü yeniden hatırlatmamız gerekiyor. Yıllardır, savaştan yıkılmış ülkelerde bir müziğin sesiyle insanlar dans etti, yeşil sahada farklı dillerin taraftarları aynı golle coştu. Dünyanın buna çok ihtiyacı var. Bu iki güçlü alanı, insanları yeniden barıştıracak, birbirlerini anlamalarını sağlayacak bir zemine dönüştürmenin yollarını bulmalıyız.
Ve daha da önemlisi…
İsrail’in Gazze’ye karşı orantısız güç kullanımı ve bunun devam etmesi dünyanın her yerinde artık tepki görüyor.
Bu gerilimler, bu savaş artık bitmeli…
Bugün organ bağışı yapmanın ne kadar kolay olduğunu ama hala neden bu kadar zorlandığımızı konuşmalıyız. 18 yaşını doldurmuş herkes bağışta bulunabilir. Dinimiz de bunu destekliyor. Bunu insanı yaşatma sorumluluğu olarak görüyor. Çünkü bir insan yaşadığında, onun ardında kalan yaşamlar da yaşanıyor.
Her gün bu umudu bir kez daha kaybeden hasta yakınları var. Türkiye’de hayatını kaybedenlerin yakınlarının yüzde 80’i organ bağışına izin vermiyor. Bu oran çok yüksek. Beyin ölümü gerçekleşmiş bir kişinin yakınları, şokun içinde organ bağışını düşünmüyorlar. Bunu onlara anlatmak zor. Bir yanıyla bu hayatın doğal bir parçası, bir yanıyla yaşama en anlamlı katkı... Organ bağışladığınızda bir donör, sekiz kişinin hayatını kurtarabiliyor. Kalp, akciğer, böbrek, kornea... İnsan dokunuşuyla yeniden can bulabiliyor.
İzmir bu konuda umut dolu bir şehir aslında. 2013’ten beri 96 bin 278 İzmirli organ bağışında bulunmuş. Bu sayede Türkiye’nin birinci sırasında yer alıyoruz. Ama her şeye rağmen yeterli olmadığı istatistiklere yansıyor. Sağlık ordumuz, beyin ölümü gerçekleşmiş kişilerin yakınlarını ikna etmek için fedakârca çalışıyor. İzmir Şehir Hastanesi, bu konuda donanımıyla öne çıkıyor. Organ bağışı yapıldığında, organlar helikopterle hastaneye taşınabiliyor; bu da zamanla yarışta ne kadar önemli bir adım atıldığını gösteriyor.
Peki, biz ne yapmalıyız? Her yıl düzenlenen Organ Bağışı Haftası’nda gönüllülerin desteğiyle etkinlikler düzenleniyor. Bisiklet turları, paneller, karikatür sergileri ve sempozyumlar... Toplumun organ bağışının ne kadar hayati olduğunu, yaşamla ölüm arasında ince bir köprü kurduğunu kendimize ve çevremize anlatmalıyız.
Bugün sağlıklı olan bizler, yarın bağış bekleyen konumda olabiliriz. Bunu değiştirmek elimizde; organ bağışı için İl ve İlçe Sağlık Müdürlüklerine, hastanelerdeki organ bağış birimlerine ve aile sağlığı merkezlerine başvurmak çok kolay. Birine yeni bir hayat vermek için ilk adımı atalım.
İzmir’in duyarlılığı toplumla
Bir başka tarifleri daha var.
Otonom stüdyolar aracılığıyla, alanında yetenekli kişilerin bir araya gelerek farklı projeler geliştirildiği ve bu projelerin hayata geçirildiği bir App Studio diye de anlatıyorlar.
Şu an için 150 kişiler ve merkez ofisleri İzmir’de…
Türkiye’nin birçok yerinde çalışanları var ama İzmir’den vazgeçmiyorlar.
Teknoloji sayesinde insanların hayatını kolaylaştıracak uygulamalar yapıyorlar ve çok da başarılı işlere imza atıyorlar.
Dünyanın en kullanıcı dostu ve ürün odaklı mobil uygulama stüdyolarından biri olmak istiyorlar.
HUBX’i kendine has yaşam tarzıyla, kampüs sisteminde bir merkez yapmak istiyorlar.
Sonrasında da doğal akışında bir ortaklık oldu.
İzmir Saint Joseph’te başlayan bir dostluk, yıllar sonra Fethiye’nin en güzel koylarından birinde bir başarı öyküsüne dönüştü. Batuhan Kaya, Bora Tanık ve Kunter Coşar ile birlikte Mustafa Argın bir araya geldiler.
Farklı hayat yollarına yönelmiş, ancak dostluklarından hiç kopmamışlardı. Zamanla onları yeniden bir araya getiren şey, sadece yılların dostluğu değil; Fethiye’ye duydukları hayranlık ve bu cennet köşeyi güzelleştirme arzuları oldu. Fethiye, güzelliğini doğadan alan bir yerdi ama o güzelliğin korunmaya ihtiyacı vardı. Bu dört dostun girişimleri, işte bu noktada başladı.
Fethiye, turkuaz kıyıları ve görkemli doğasıyla bilinse de plansız ve kontrolsüz turizmin etkisiyle bazı bölgelerinde bozulma başlamış, doğanın güzelliği yıpranmıştı. Büyük Boncuklu Koyu; yıllarca bakımsız kalmış, çöp yığınları içinde unutulmuş bir koy olarak biliniyordu. Ama Mustafa Argın, Batuhan Kaya, Bora Tanık ve Kunter Coşar için burası bir elmasın işlenmemiş hali gibiydi.
Koyun el değmemiş doğasını koruyarak, Fethiye’ye yakışır bir turizm merkezi oluşturmayı hayal ediyorlardı. Bu hayal; Sea Me Beach ile gerçeğe dönüştü. Ancak onlar için Sea Me Beach bir “mekan” değil, bir yaşam tarzının, doğaya ve insana saygının, sürdürülebilir turizmin bir simgesi olacaktı.
Sea Me Beach’in açılışı, Fethiye’de farklı bir turizm anlayışının habercisiydi. Kalabalık ve yüksek sesli eğlenceler yerine doğanın sakinliğini hissettiren, denize ve doğaya saygılı bir ortam sunan bir plaj yaratmak istediler. İnsanlar buraya geldiklerinde sadece denize girmekle kalmayacak, Fethiye’nin gerçek ruhunu hissedeceklerdi.
Denizle iç içe, doğayla uyumlu bir tasarım, çevre dostu bir yaklaşım ve her detayda gösterilen özen; Sea Me Beach’i sadece Türkiye’nin değil, dünyanın gözde yerlerinden biri haline getirdi. Jeff Bezos ve Bill Gates’in yaş günlerini burada kutlamaları buranın belki dünyaya duyurulmasını sağladı ama esas başarı, yerel halk ve bölgenin doğal yapısıyla kurulan bu uyumdaydı.
Genç ve başarılı şefler arttıkça, yeni mekanlar fazlalaştıkça, turizm gastronominin değerini daha iyi anladıkça gastronomide de yükselecek.
Gastronomisini turizmi için iyi kullanan ülkelerin başında İtalya geliyor.
İtalya gastronomiyi yalnızca bir lezzet mirası olarak değil, turizmi büyüten, kültürü yaşatan ve dünyaya örnek olan bir değer olarak tanımlıyor.
Bu açıdan, her yıl düzenlenen ve Türkiye’de de coşkuyla kutlanan “İtalyan Mutfağı Haftası” sadece damakları değil, gastronomi dünyasına açılan yeni pencereleri de canlandırıyor.
Bakın İtalya neler yapıyor.
***
Toskana’dan Napoli’ye coğrafyanın öyküsünü lezzetlerle anlatılıyor.