Paylaş
48 yaşındayım, oy verdiğim siyasetçiler mesela, hiçbir seçimde benim istediğim oyu alamadı.
E ne yapalım.
Moral bozmak yok, enseyi karartmak yok, devam ediyoruz, çalışmaya, işimizi en iyi şekilde yapmaya...
Benim bildiğim tek şey bu...
Devam etmek... Yılmamak, pes etmemek...
Ben depresyona da girmem, giremem, sıkılırım. En iyi antidepresan üretmek ve çalışmak...
İşte böyle.
Önümüz yaz, güzel günler bizi bekler, enseyi karartmayın.
Bir yol kapanır, öbür yol açılır.
Devam ediniz, ettiriniz...
SEÇİMİN 3 KAZANANI VAR
1-) Erdoğan. Yüzde 52 büyük başarıdır. Hakkını teslim etmek lazım. 16 yıldan sonra yorgun dendi, enerjisi düşük dendi, yaratıcı projeler yok dendi, o dendi, bu dendi. Valla hiçbir önemi yokmuş. Bir kere daha gördük ki, bu ülkenin büyük çoğunluğu ona âşık. Bu da Recep Tayyip Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığı’na taşıdı. Hiç tartışmasız bu seçimin en büyük kazananı o.
2-) İnce. Bence gönüllere taht kurdu. Benimki dahil. Dünkü canlı yayındaki açıksözlülüğü bile efsaneydi. Samimiyeti, sahiciliği beni benden alıyor. Yeni kan geliyor. Ben onun cumhurbaşkanı olmasını arzu etmiştim. Olamadı. Olsun. Bu, bir maraton. O da çalışmaya devam edecek. Performansıyla, hazırcevaplığıyla, samimiyetiyle ve tabii aldığı yüze 30’la, her şeye rağmen, benim gözümde seçimimin kazananı.
3-) Ve HDP. Hiç şüphe yok ki, HDP de seçimin kazananı. Lideri içeride olan bir parti barajı geçti ve Meclis’e girmeyi başardı. Bravo.
SEÇİMİN BAŞKA BİR SONUCU MECLİS’TEKİ KADIN ORANLARI YİNE DÜŞÜK
600 seçilmiş vekilin, ne yazık ki 104’ü kadın. Yani Meclis’teki kadın milletvekili oranı yine çok fena...
Bakın dağılımlar nasıl:
- AKP’nin 295 milletvekilinin 53’ü kadın.
- CHP’nin 146 milletvekilinin 18’i kadın.
- HDP’nin 67 milletvekilinin 25’i kadın.
- MHP’nin 49 milletvekilinin 5’i kadın.
- İYİ Parti’nin 43 milletvekilinin 3’ü kadın.
Bu ülkede kadının adı yok, siyasette hiç yok. Umudumuz yine başka bir bahara kaldı...
ÇOCUK YETİŞTİRİRKEN ÖZGÜRLÜKLE BAŞIBOŞLUĞU KARIŞTIRMAYIN!
Profesör Yankı Yazgan’la pazar günü başlayan röportaj bugün de devam ediyor. Bizler annelik babalık yaparken, elimizden geleni yaptığımızı sanıyoruz, bakın hoca neler anlatıyor...
Bu dönemin anne-babalığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Birkaç ekol var. Ama özellikle üst ve üst orta sınıfta ciddi bir zorlanma olduğunu düşünüyorum. Kavram karışıklığı söz konusu. Özgürlükle başıboşluğu karıştırıyorlar...
Nasıl yani?
- Özgürlüğü, çocuğa değil de kendilerine tanımak adına, çocukları başıboş bırakıyorlar. Çocukların beslenme ve uyku düzeni konusunda mesela. Daha pek çok şey için geçerli. Belki iyi niyetle bunu yapıyorlar ama kendileri için rahat olan yolu/biçimi/saati tercih ediyorlar. Çünkü o zaman çocukla uğraşmaları gerekmiyorlar. Sonra da “Bırakınız yapsınlar!” tipi uzman görüşlerini alkışlıyorlar. E çünkü kendilerini destekliyor. Bu tip tribünlere oynayan güya uzmanlarla dolu ortalık. Gazete köşeleri de onlarla dolu. Hoşumuza giden, bizi rahat ettiren tavsiyelere kulak veriyoruz tabii...
Peki sizce doğrusu nedir?
- Çocukların öngörülebilir yaşamlara ihtiyacı var. Özellikle 0-5 yaş döneminde. Ve öngörülebilir çerçevelere... O çerçevenin içinde istediklerini yapmaya ihtiyaçları var. Deniyor ya, “İşte bizim Türk çocukları, otellerde oradan oraya koşturuyorlar. Ama Avrupalı çocuklara bakıyorsunuz, hiç öyle şeyler yapmıyorlar. Sesleri bile çıkmıyor!” Çıkmadığı için, biz onları, “uyuz” “pısırık” ya da “korkak” olarak tanımlıyoruz. “Robot gibi anne-babalarının yanında oturuyorlar, onlarla sohbet ediyorlar, ne sıkıcı! Halbuki bizim çocuklar cıvıl cıvıl!” diyoruz. Oysa o cıvıl cıvıllık, bir neşe, cıvıl cıvıllığından ziyade, koşuşturmak şeklinde oluyor. Koşmak da değil. Koşmak, bir hedefe doğru olur, ama koşuşturmanın bir hedefi yoktur. Ortalıkla koşuşturan çocukların, bir amacı, yapmayı planladıkları bir şey ve o plana uygun bir hareket de yok. Daha çok, o anki durumun etkisinde sağa sola savruluyorlar. Bu da bir “sınırsızlık.” Oysa “sınır” çocukların ihtiyacı olan bir şey. Küçükken başka birini düşünmeyi öğrenmezsem -bana bunu öğretmezlerse- istediğimi, bağıra çağıra yaptırırsam, başka birileri rahatsız olabileceğini hesaba katmazsam, büyüğünce empati yoksunu biri olurum... Ve o zaman insanların başına başka dertler açarım...
Ve bundan onları yetiştiren anne-babaları sorumlu öyle mi?
- Elbette. Bizim çocuklarımızın, başka çocuklardan farkı yok aslında. “Avrupalı çocuklar niye öyle, bizimkiler niye böyle?” demek yerine, bizim çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimize bakmalı. O nedenle anne-babalığın temel konularda aslında yeni bir şey yok dünya çocuk yetiştirme literatüründe. Sadece şu: Çocukların “sınır”ı görmeye ihtiyacı var! “Sınır”ı görmediklerinde o sınırı size zorla koyduruyorlar. O nedenle “sınır”ı koyana kadar sizi zorluyorlar. Türkçesi tepenize çıkıyorlar! “Disiplin” deyince, baskı akla geliyor. Gelmesin. “Baskı”, çaresizlik sonucunda insanların yaptığı bir şey. Baştan konmamış sınırları, son dakikada, her şey olup bittikten sonra koymaya çalıştığınızda bütün evler olağanüstü hal rejimiyle yönetilmeye başlar!
Biz anne-baba olarak çok mu taviz veriyoruz?
- Çocukların ihtiyacı olan şeyleri yapmıyoruz! Onların ihtiyaç duyduklarını varsaydığımız şeyleri yapıyoruz. Bunu da kendi yetişkin dünyamızda verdiğimiz kararlara göre yapıyoruz. Yani aslında onları değil, kendimizi düşünüyoruz...
HAMİŞ:
13 yaşındaki tenisçi Melisa Ercan’ın, kendi yaş grubunda Türkiye şampiyonu olduğu, gelecek vaat ettiği, pırıl pırıl genç bir sporcu olduğu doğru. Madalyalara doymadığı da. Buna kimsenin itirazı yok. Ama Avrupa’daki en iyi ikiden biri değilmiş. Böyle yazdığım ve bu hiç tanımadığım küçük kızla röportaj yaptığım için rahatsız olanlar olmuş. ‘Niye bizimkiyle yapmıyor?’ diye. Üzüldüm. Gencecik ve başarılı birini desteklediğim için eleştirilmiş olmam beni üzdü. Ama bu yüzden genç insanları desteklemekten vazgeçeceğimi zannediyorlarsa fena yanılıyorlar!
Paylaş