Paylaş
Birkaç kere, “Nasıl yani?” dedim... “Nasıl yani... Nasıl yani...”
Bir türlü kafam basmadı.
İdrak edemedim.
Anlayamadım.
Kavrayamadım.
Şirketi 15 yıl önce kurmuşlar, başarıya ulaştırmışlar, 589 milyon dolara Almanlara satmışlar...
Ve vee....
Hiçbir sözleri, yükümlülükleri olmamasına rağmen, kazandıkları 27 milyon doları, 114 çalışana paylaştırmışlar...
Öyle mi??? Prim yani...
Alın, bu para sizin olsun yani...
Aynen öyle!!!
Biliyorsunuz bir süre önce, bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük internet şirketi satışlarından biri gerçekleşti. Yemeksepeti.com, Delivery Hero’ya tam 589 milyon dolara satıldı. Biz orada
kalmıştık.
Şimdi, kurucularından Nevzat Aydın’dan öğreniyorum ki, satıştan sonra, 114 çalışanına böyle bir güzellik yapmışlar.
Ağlar be insan!
Kendini mutluluktan yere atar!
Zaten öyle tepkiler de olmuş.
Millet çığlıklar atmış.
Mektuplar yazmış, duygusal anlar yaşanmış. Nevzat Aydın’a, “Niye böyle bir şey yaptınız? Çalışanlarınızı motive etmek için mi?” dedim.
Hayat boyu duyduğum en güzel cevaplardan birini verdi: “Hayır, hak ettikleri için!” dedi.
Ve ekledi, “İnsanların 3-5 bin lira maaşla, ev-mev alabilmeleri hikâye... En azından bu para hayatlarında bir değişiklik yaratabilir...” Hakkında pek çok haber yapıldı, ama Nevzat Aydın’ın verdiği ilk röportaj.
Bu çekimleri de, o çok eğlenceli ve oyuncaklı ve her köşesinden sürpriz fırlayan (pin-pon masası, langırt, masaj yatakları vs. vs.) şirketlerinin garajında yaptık.
Ben işte böyle adamları
seviyorum. Sıfır kompleks.
Uyumlu, neşeli, enerjik, komik.
Cem Talu’yla, “Garaja masa kuralım, sizi öyle çekelim” dedik.
“Tabii, olur” dedi.
Muzip, muzip ekledi: “Biraz şişmanım ama yatağa da girerim!”
Ama yemekleri yatağa taşımak zor olacaktı!
Sonunda bu fotoğrafları çektik.
Evet, eğlendik, evet, çok güldük. Yaş ortalaması 26 olan şirket çalışanları da bizimle
birlikteydi...
Nevzat Aydın’ın hikâyesi bütün girişimci gençlere, “Ben de
yapabilirim!” diye ilham
verecek bir hikâye...
Yapın... Yapalım...
Hiçbir şeyden korkmayalım!
-Sizin için Türkiye’nin Steve Jobs’u diyorlar. Siz n’apıyorsunuz? “Oha!” diyor musunuz?
-Demez miyim? Steve Jobs, benim de idollerimden biri. Ama o kadar uzun boylu değil. Bence yanına bile yaklaşamayız. Ne var ki, yemeksepeti’nin kurulması, başarılı olması ve bu fiyalara satılması, cumhuriyet tarihinin en büyük girişimcilik hikâyelerinden biri. Bu konuda da alçakgönüllü olamayacağım.
-589 milyon dolar gerçekten de büyük para!
-Mesele para değil. Hikâyede dışarıdan bir destek yok, teşvik yok, ihale yok, lisans yok, kredi yok. Tamamen dört arkadaş bir araya geldik, “Yapalım!” dedik, koyduğumuz sermaye de 80 bin dolardı. 15 senede bu hale geldi. Üstelik hiçbirimizin ailesi, Türkiye’deki büyük holdinglerin falan soyadlarını taşımıyor. Benim annem, babam devlet memuru. Devlet okullarında okudum. O yüzden bu, gençlere ilham verecek bir hikâye, ”Ben de bu adamların yaptığını yapabilirim!” diyebileceği bir şey...
-Obama’nın tanışmak istediği beş Türk girişimcisinden biri olmak nasıl bir his?
-E çok havalı! Ben onunla konuşma şansını yakaladım. Hep düşünürdüm Amerikan başkanlarının kişilikleri nasıl diye, gerçekten karizmatikti, salona girdiği zaman varlığını hissediyorsunuz. Ama sadece Türkiye’den değil, dünyanın her tarafından girişimciler vardı, Türkiye’den de beş kişiyi davet etmişler.
-589 milyon dolar! Bu para, bizim dilimizi yordu! Dedikodusunu yapmaktan öldük...
-Valla mı?
-Valla. 589 milyon dolar sıkı para!
-Bir sene daha beklesek, daha da yükselirdi rakam.
-Nasıl yani?
-Evet, 589 büyük rakam gibi duruyor. Ama mesele o değil, mesele 589’a şirketi satabilmek için, 300 milyon dolar teklif edildiğinde, 500 milyon teklif edildiğinde satmamış olmak! “Hayır” demeyi bilmek gerekiyor. Korkmamak gerekiyor, cesur olmak gerekiyor. Bence bunlar güzel hareketlerdi! 15 sene içinde, 3 milyon dolardan başlayıp, 550’ye kadar teklif geldi.
-“Manyak mısın, satsana!” diyen olmadı mı?
-Olmaz mı? Teklif 50 milyon dolarken, “Hemen satalım, çıkalım!” diyenler de vardı. Bence iki önemli nokta var: Biri, demin dediğim gibi, 500’e bile hayır diyebilmiş olmak. İkincisi de, seçime bir ay kala, doların tavan yaptığı bir dönemde, şirketin değerini hâlâ bu seviyelerde tutabilmek...
-Peki “Bu paranın hepsi benim olsaydı!” dediğiniz olmadı mı?
-Hayır. Tam tersi, kazandığımız paranın 27 milyon dolarını, 114 çalışanımızla paylaştık.
-Ciddi misiniz?
-Hem de çok. Kötü örnek olduk başka patronlara. Bizden nefret edecekler. Ama durum bu. Hiçbir sözümüz, yükümlülüğümüz olmamasına rağmen, şirketin bu satıştan elde ettiği paranın 27 milyon dolarını çalışanlarla paylaşıyoruz.
-Alan şirket mi veriyor bu parayı? Siz, kendi kazandığınızı mı paylaşıyorsunuz?
-Kendi kazandığımızı dağıtıyoruz. Vergisi ödenmiş bir şekilde. Bu, Türkiye’de bir ilk bu arada.
-Neden böyle bir şey yapıyorsunuz?
-Çünkü ortada bir başarı varsa, bunu hep beraber gerçekleştirdik.
-Peki “Arkadaşlar sizlere, 27 milyon doları prim olarak paylaştıracağız!” dediğinizde naptı insanlar, nasıl tepki gösterdiler?
-Ağlayanlar, mektup yazanlar, çığlık atanlar... Duygulu şeyler yaşandı tabii. Çünkü insanların hayatını etkiliyorsunuz. İnsanlar ev alabiliyor, araba alabiliyor. Öbür türlü 3-5 bin lirayla ya da 7 bin lira maaşla, hayat boyu yapamayacakları bir- takım şeyleri, bu kadar yüksek rakamlarla bir anda gerçekleştirebiliyor. İyi bir şey.
Keşke daha fazla verebilsek...
Aklınıza bir proje mi geldi? Herkese anlatın!
-Bütün gençlerin hayali girişimci olmak... Ne tür önerileriniz olur?
-Kafalarındaki projeyi mutlaka mümkün olduğunca çok insanla paylaşsınlar. Eskiden “Kimseye söylemeyin, çalarlar!” denirdi. Artık o dönem geçti.
-Niye paylaşsınlar ki?
-Feedback almak için. Projelerine âşık olmamaları için... Bana her gün bir sürü proje geliyor. Çok azı işe yarar. Ama herkes projesinin müthiş olduğunu düşünüyor. Bu biraz illüzyon. Feedback alsınlar...
-Başka tüyo?
-Bizim zamanımızda farklıydı. Şimdi çok daha büyük bir para bulmak gerekiyor. Girişiminizi büyütmeniz gerekiyor. Aksi takdirde hemen rekabet geliyor. O yüzden paraya ulaşabilmek eskisinden daha önemli.
-Başka?
-Bir de fikir, artık o kadar önemli değil...
-Nasıl yani?
-Fikir, her yerde var. Fikri bulabiliyorsunuz. Haberdar olabiliyorsunuz. Size 3-5 web sitesi söyleyebilirim. Orada, kim kime ne kadar yatırım yapmış, hangi proje nasıl gidiyor, her şeyin bilgisi var. Onu alıp Türkiye’ye uyarlamak çok kolay artık. O yüzden olay, biraz paraya ulaşıp, pazarlamayı yapıp, diğerlerinden sıyrılma yarışı...
-Sizin bundan başka işiniz yok mu?
-Yok. Yatırım yapmış olduğum başka projeler var ama benim zamanımın yüzde 98’i burayla geçti.
-Ne tür siteler en çok iş yapar? “Tık” mıdır para kazanmanın ölçüsü?
-Bence değildir. Bence işlem yapmasıdır. Biz günde 110 bin işlem yapıyoruz. Çok yüksek bir rakam bu. Birçok site daha fazla tık alıyor olabilir ama önemli olan bence o işlemi site üzerinde sonlandırması. Kullanıcı iletişimini doğru yapan, kullanıcının ihtiyacı olan ürünü ve servisi ona en hızlı şekilde ulaştırabilen her site iş yapar.
-Bu nasıl oluyor?
-Eskiden web sitesini veya mobil aplikasyon yaparken, atıyorum bir yerde bir butonun rengi, yeşil mi olsun, sarı mı, kırmızı mı, biz karar verirdik. Şimdi kullanıcı karar veriyor. Kullanıcının tercihlerine göre her şeyi
konumlandırmanız gerekiyor.
SİZ DE YAPABİLİRSİNİZ!
-Biz, ileride, evin garajında kurulan şirketlerin başarısını daha mı çok duyacağız?
-Umarım öyle olur! Bizimki gibi başarı hikâyelerinin kitlelere ulaştırılması da bu yüzden önemli. Ben isterim ki bu röportajı okuyan gençler bana bakıp, “Ben de yapabilirim, başarabilirim!” desinler
ve bu yola girsinler.
TERÖR VE KRİZLER YEME-İÇMEYİ ETKİLEMİYOR
-Bir şey satmadan internette para kazanabilmek mümkün mü?
-Bizim yaptığımız tam da bu! Biz, yemek satmıyoruz. Restoranlarla kullanıcıları aynı platformda buluşturup, onlar arasındaki iletişimi daha doğru bir şekilde yapmalarını sağlayıp, bir pazar yeri olarak operasyonu sürdürüyoruz. Bence önümüzdeki dönemde pazar yerleri daha da önemli hale gelecek.
-Terör, siyasi kriz, ekonomik kriz... Böyle talihsiz şeyler yaşanınca siparişler azalıyor mu? Yoksa yeme-içme hep devam mı?
-Herhangi bir sosyolojik olayda ya da bir krizde, bir farklılık söz konusu değil. Tam tersine bu gibi durumlar insanların evde kalmasını tetikliyor. Evde kaldığı zaman da daha çok dışarıdan sipariş veriyor...
‘INSTAGRAM’A GİRMEM’ DEMEK KOMİK!
-Sosyal medya?
-Sosyal medyada aktifim. Hem Facebook hem Twitter hem de Instagram’da. İster beğenin, ister beğenmeyin, bu çağın iletişim yöntemi bu. Eskiden misafirliğe gidiliyordu, şimdi whats up grupları kuruluyor. Bu dijital sosyalleşme de artarak devam edecek...
-Bundan geri kalmak kötü bir şey mi?
-Kesinlikle! Birtakım profiller var mesela, “Ben Instagram’a girmem” filan diyor. Bana komik geliyor. İnternetten yapabileceğin havaleyi, bankaya gidip yapmak gibi bir şey. Bir kesim, başta cep telefonuna da karşıydı, şimdi herkesin elinde. Sosyal medya da bu hesap, karşısında durmanın bir anlamı yok...
2000’de bana “Sen geri zekâlı mısın?” diyorlardı
-Siz, sizi alan Delivery Hero’dan daha büyüksünüz değil mi?
-Onlar, 32 ülkedeler. Biz, daha az ülkede varız. Ama Yemeksepeti Türkiye, sipariş hacmi açısından dünyada üçüncü sırada. Bu çok büyük bir başarı. Düşünün tüm dünyada Amerika birinci, İngiltere ikinci, Türkiye üçüncü...
-Bu neyi gösteriyor?
-Türk halkına doğru ürünü, doğru şekilde verdiğinizde bu tip yeniliklere çok kolay adapte olabildiğini. Biz günde 100-110 bin sipariş alıyoruz. Ayda 3 milyondan fazla işlem oluyor. Hani bir laf var ya, “Bizde olmaz!” Bal gibi oluyor. Bütün yenilikler, düzgün yapılırsa Türkiye’de tutuyor. Ben 2000 yılında, “İnternetten paket servis yükselecek, mutlaka bu işe girelim” dediğimde, millet bana “Sen geri zekâlı mısın?” diyordu. Onlara göre Boğaziçi Bilgisayar mezunusun, üstüne yurt dışında okumuşsun, sonra gelip böyle bir şey yapmak istiyorsun! Kafayı yediğimi düşünüyorlardı. Anlatmaya çalıştım. Bir an geldi vazgeçtim. Ama 15 sene içinde hakikaten bu işi dünya klasmanında en iyi yapanlardan biri
haline geldik...
-Sizin kurduğunuz modelin tutma
sebebi ne?
-Çünkü doğru bir model. Paket servis bize uyuyor. Daha da artacak. Önümüzdeki 10 yıl içerisinde, yeme içme sektöründe, biz iki konseptin yükseleceğine inanıyoruz. Yemek pişirme, yani cooking azalacak, dışarıda yemek yeme ve paket servis artacak. Evde yemek pişirme sıfırlanmayacak tabii ama kız arkadaşınızla, sevgilinizle, eşinizle keyif için yapacağınız bir şey olacak. Çünkü ihtiyaç kalmayacak. Biz bunu iddia ediyoruz. Ve her şey iyi olsun diye elimizden geleni yapıyoruz. İyi çalışmayı reddeden restoranlarla çalışmıyoruz mesela. Her ay nereden baksanız 80 restoranı sistemden biz çıkartıyoruz. Kullanıcılara istediğimiz hizmeti veremedikleri için.
-Sorun çıktığında, n’apıyorsunuz?
-Telafi etmek için ne gerekiyorsa yapıyoruz. Ücret almamak olabilir, bir sonraki siparişten ücret almamak olabilir, başka bir yerden sipariş olabilir, siparişin bedelini bizim üstlenmemiz olabilir. Ne gerekiyorsa yapıyoruz ki, o anda kullanıcı mutlu olsun. Ürün zor bir ürün: Yemek. Siz, internetten kitap siparişi verseniz iki günde gelir, üç günde gelir umurunuzda olmaz. Ama yemek siparişi verdiğinizde 40 dakikayı geçtiği anda her dakika çarpı üç gibi büyüyor. 45 dakika olmuş ama “Sipariş vereli bir buçuk saat oldu!” diyor. Haklı çünkü aç! O yüzden çok dikkatliyiz. Parayı restoranlardan kazanmamıza rağmen, hemen
onlarla çalışmayı kesiyoruz.
Annem öğretmen babam noter
-İyi de sizin hikâyeniz nasıl başladı?
-Anne öğretmen, baba noter. Olay Bursa’da geçiyor. Bursa Anadolu Lisesi mezunuyum. Kendimi bildim bileli teknoloji bağımlısıydım. Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği’ni kazandım.
-Hep okul birincisi filan mı?
-Yok canım. Ama kafası basan bir adamım. Çalışkan ve fark yaratabilen. Gerçi Boğaziçi’nde çok iyi bir öğrenci olduğum söylenemez, okulu altı senede bitirdim. Ama Boğaziçi’nin benim bu noktada olmamda payı çok büyüktür. Hayatımın en keyifli dönemi orada geçti. Sonra University of San Francisco’ya master’a gittim. Çünkü Silikon Vadisi’ni merak ediyordum. Ama bitirmeden
döndüm. Bu işi kurmak için...
-Arkadaşlarınızı nasıl ikna ettiniz?
-E kolay olmadı tabii. Türkiye’de internet patlamıştı o zamanlar. Büyük gruplar ciddi yatırımlar yapmışlardı ve boşa çıkmıştı. Kötü gidiyordu yani. Dünyada da patlamıştı internet. Bir de şöyle bir şey oluyor, aynı bölümden mezun olduğunuz insanlar birtakım uluslararası firmalara girip yükseliyorlar. Hayatları rahatlıyor. Ama sen, internette yemek servisi diye bir şey tutturmuş gidiyorsun, risk alıyorsun, insanların hayal dediği bir şeyin peşinden koşuyorsun. 5-6 sene çok zorlandık. Maaş bile alamadık...
PİNPON OYNAYIP MASAJ YAPTIRIYORLAR
-Olmazsa olmaz kurallarınız ne?
-Biz takım elbise sevmeyiz! Keyifli ve sağlıklı iletişim severiz! Buraya hafta sonu geldiğinizde mutlaka 7-8 kişi görürsünüz çalışan. Yukarıda bilardo masası var. Aşağıda pinpon. Dev ekranlar var, maç seyrederler, playstation oynarlar. Masaj yatakları var, istedikleri zaman kullanabilirler. Ben onların burada normalde geçireceklerini saatten yarım saat daha fazla geçirmelerini istiyorum. Ama bu yarım saatte iş yapmaları gerekmiyor. Benim için iletişim ve şeffalık önemli. Bence başardık. Bu iki konsept benim hayatımı de bire bir yansıtıyor. Ben de açık ve dümdüz bir adamım. Oyunum, moyunum yok.
-Birlikte çalıştığınız insanlar Y kuşağı...
-Elbette. Beklentiler çok daha farklı. Ve aidiyetleri az. Ama bizim şirkette, işten ayrılma oranlarına baktığınız zaman çok iyi durumdayız. Oysa Y kuşağını mutlu etmek zor. Adam bir ay aynı işi yapıyor, ikinci ay aynı işi yapmak istemiyor. Sıkılıyor. O yüzden bu gençlerin, bir işyerine bağlanması hakikaten zor. Eğer kendilerini bu gençlere adapte etmezlerse, klasik anlamdaki işyerlerinin, önümüzdeki dönemlerde çok üzüleceklerini düşünüyorum.
Ama iş pinpon masası filan koymakla değil...
-Değil tabii! Şirketi sattın mı, bunu paylaşacaksın. İnsanlara kendini daha iyi hissettiren bundan güzel bir şey olabilir mi? “Sen, bu şirketin bir parçasısın. Biz bunu beraber yaptık. Bu da senin payın!” diyorsun.
BİZDE YARIM SAATTEN UZUN TOPLANTI OLMAZ
-Siz, nasıl bir kafasınız?
-Keyifli bir kafa! Hayatta zevk aldığım iki şey var: Yemek ve internet. Onları da işim halime getirmiş durumdayım.
-Bu iş yerindeki diğer kafalar da sizin gibi mi?
-Aynen öyle! Bizde kurum kültürü acayip önemli. Manyak gibi bağlıyız. 370 kişi çalışıyor burada, hâlâ işe alınacak kişilerle ben de görüşürüm.
-Neye dikkat edersiniz?
-Hayatta herhangi bir şeye karşı tutkusu olsun. Tipik sorduğum sorudur: “Ben seninle aşağıda yemek yerken denk gelsem, iş dışında bana ne anlatırsın? Ben senden ne öğrenirim?” Herhangi bir şey olabilir bu. Peçete koleksiyonu bile. Yeter ki heyecan duyduğu bir şeyler olsun. Tutkulu, kendisiyle barışık, zeki, çalışkan ve iyi kalpli insanlarla çalışmaya özen gösteriyoruz.
-Burası diğer iş yerlerinden
farklı...
-Evet öyle. Bütün bu şirket, iki konsept üzerine kurulu: İletişim ve şeffaflık. Çalışanlar arasında iletişim gerçekten iyi olmalı. Lafta değil. Şimdi biz burada konuşuyoruz ya, herkes bizi görebilir, hatta dinleyebilir. Bunda da hiçbir sıkıntı yok. ‘Kapalı kapılar ardında’ diye bir kavram söz konusu değil. Bürokrasi de yok. Sonra, karar verme çok hızlı bizde. Yarım saatten uzun toplantı pek olmaz. Farklı bir kurum kültürümüz var yani. Yaş ortalaması da 26. Başarıyı bu da getiriyor bence...
-Buranın en yaşlı kurdu sizsiniz o zaman!
-Tamam ama ben de 39 yaşındayım!
Paylaş