Paylaş
O, yüzde 100 gerçek.
Bir kukla olmasına rağmen...
O, Kukla Süreyya!
Instagram’da 108 bin takipçisi var, yani bir fenomen.
Yaratıcısı Ülker ile konuştum ama Ülker’in fotoğrafı asla yok. Sadece ve sadece Kukla Süreyya var.
Herkesin birbirine benzediği dünyada Kukla Süreyya şahane bir şekilde farklı, biricik, eşsiz ve orijinal. Minicik mor bir kuklanın gözünden okuyoruz her şeyi.
Edebiyat, kültür sanat, gezdiği gördüğü yerler, onun iç dünyası, onun hisleri... Gelin yaratıcısı Ülker bize, sevimli kukla Süreyya’nın nasıl doğduğunu anlatsın...
Fotoğraf: Alper Özkorkmaz
-Seni tanıyalım...
-Ben Ülker. İnsan kaynakları uzmanıyım. Yıllarca kurumsal hayatta çalıştım. Ama sonunda plaza hayatından fena halde sıkıldım. Çok zor bir iş gününün ardından canıma tak etti ve istifa ettim. Hemen ardından çok tuhaf bir şey oldu. Anneme ve babama aynı anda kanser teşhisi kondu...
-Eyvah!
-Evet, annem yumurtalık kanseri, babam da yumuşak doku kanseri olmuştu. İnanmadık. Mantıksız da geldi. Yani ikisi de sapasağlamken, bir anda nasıl kanser olurlardı? Mutlaka bir yanlışlık vardı. Hastaneler, doktorlar derken ikisi de arka arkaya ameliyat oldu. Babam radyoterapi aldı, annem kemoterapi. O dönemde işten yeni ayrıldığım için onlara refakat etmeye başladım. Özgeçmişim fena olmadığı için, bu birkaç aylık ara bir sorun olmazdı nasıl olsa. İnsan kaynakları alanında yüksek lisansım, Koç Grubu ve İş Bankası Grubu’nda deneyimim, İngilizcem ve Fransızcam vardı.
-N’oldu peki?
-Babam kısa süre içerisinde toparladı. Ama annem, arka arkaya kemoterapi almaya başladı. Onu o psikolojideyken yalnız bırakmak istemedim. Böylece “Bir ay sonra iş bakarım, üç ay sonra iş bakarım” derken kendimi üç yıl sürecek bir hastane sürecinin içinde buldum...
-Nasıl bir üç yıldı o?
-Çok zor günler geçirdik. Hem psikolojik hem fizyolojik olarak. Kemoterapinin yan etkileri nedeniyle annem çoğunlukla halsiz oluyordu. Her sabah ona kahvaltı hazırlıyor, izleyecek bir film buluyor, öğle yemeği hazırlıyor ve sohbet ediyordum. Annem dışında gördüğüm insanlar kemoterapi ünitesindeki diğer hastalar, hemşireler ve doktorlardı. Ama hayatımda verdiğim en iyi karar, o üç yılı annemle birlikte geçirmiş olmaktı!
-Hep mi iyi anlaşırdınız?
-Yok, hayır. Ergenlik ve ilk gençlik yıllarımda ailemle pek anlaşamadım. Çok başıma buyruk, dediğim dedik bir evlattım. Ama birlikte geçirdiğimiz bu üç yıl içerisinde birbirimizi yeniden tanıdık. Anne-kızlığın ötesinde en iyi arkadaş da olduk. Birlikte çok gezdik. Hastanede olmadığımız, annemin kendisini birazcık iyi hissettiği her güzel havada dışarı çıkıp yürüyüşler yaptık, birlikte kitap okuduk, dertleştik, güldük, ağladık...
-Şahaneymiş...
-Evet. Yine bir gün Kadıköy’de sohbet ederken annem bana “Ülker” dedi, “Eğer işler kötüye giderse, bilmek istemem. Öleceğimi bilerek yaşamaktansa, bilmemeyi tercih ederim. Eğer öyle bir şey olursa, bana sakın söylemeyin. Söz ver bana” dedi. “Aman anne ya!” dedim, “Konuşmayalım böyle saçma şeyleri. Öyle bir şey olmayacak!” Bu konuşmadan çok kısa bir süre sonra kötüye gitti işler. Ve ilk ben öğrendim. Doktorlarla ben konuştum. Ardından da babamla. Anneme hiçbir şey söylememeye ikna ettim herkesi. Özellikle doktor ve hastane personeli için bu isteğimi kabul etmek çok zor oldu ama sonunda kabul ettiler. “Artık yapacak bir şey kalmadı” raddesinde bile anneme hiçbir şey belli etmediler. Son dört ay boyunca artık hastaneden çıkamıyordu. Ve her gün annemin yüzüne gülümseyip tuvalette gizli gizli ağlıyordum. Sokakta, yolda, vapurda, uykuda, her yerde... İnsanın bu kadar ağlayabileceğini bilmezdim!
-Sonra?
-Annemi kaybetmemize bir hafta kala hastaneden çıkıp vapura bindim ve Kadıköy’e geçtim. O kadar kötüydüm ki, ağlamaktan önümü göremiyordum. İşte tam o sırada geldi aklıma kukla fikri. Neden bilmiyorum. Ama yaşadığım, gördüğüm, sevdiğim, sevmediğim kısacası her şeyi bir kuklanın ağzından yazmak istedim. Benim anlatamadıklarımı o anlatsın istedim. Hemen o gün Instagram’da bir hesap oluşturdum. Evde çekmecede duran o sevimli mor kuklayı aldım. Koltuğa oturtup fotoğrafını çektim. Adını da Süreyya koydum.
-Özel bir sebebi var mı?
-Evet. Ülker de Süreyya da aynı takımyıldızının farklı isimleri. Üstelik Süreyya Operası var. Bir de Cemal Süreya’nın evi. Ben, Kadıköy ve edebiyat. Hayatımın özeti...
-Annen ne oldu peki?
-Bir hafta sonra ne yazık ki onu kaybettik. Anlatamayacağım kadar büyük bir acı çekmeye başladım. Hayat amacımı kaybetmiştim. Gideceğim işim yoktu. İş arayacak psikolojide de değildim zaten. Uyku ilacı almadan uyuyamıyordum.
-Peki ne yaptın?
-Kukla Süreyya’yı alıp, sokaklarda gezmeye başladım. Annemle gittiğim kafelere kuklamla gittim. Gezdiğim yerleri ve hissettiklerimi yazdım. Annemin mezarına koyduğum çiçeklerin fotoğrafını çektim, sık sık annemden, onu ne kadar çok özlediğimden bahsettim. Ve hiç beklemediğim bir şey oldu! İnsanlar fotoğraflarıma, yazdıklarıma yorum yapmaya, bana özelden mesajlar atmaya, mail göndermeye başladılar. Benim acımı paylaşıyorlar, beni avutmaya çalışıyorlardı. Yalnız olmadığımı, hiç tanımasalar da yanımda olduklarını söylüyorlardı. Bazıları kendi acılarını, hiç kimseye söylemedikleri sırlarını anlatıyorlardı. Üstelik karşılarında gördükleri tek şey, mor bir kuklaydı! Bir insan bile değil!
YILLARDIR HAYALİNİ KURDUĞUM ŞEYİ GERÇEKLEŞTİRİYORUM
-İş hayatın peki?
-Bu süre içerisinde tekrar işe başlayıp başlamamayı çok düşündüm. Ve sonunda başlamamaya karar verdim. Hastanede yattığı ve bilincinin açık olduğu son günlerde annem bana bir şey söylemişti. Artık hayat felsefem, yol göstericim olan bir söz. Bana, “Hayallerimi hep erteledim” demişti, “Sonra yaparım dedim. Ama artık bir sonram kalmadı... Sen erteleme. Ne istiyorsan onu yap!” O yüzden kukla da, şu andaki hayatım ve kararlarım da annemin mirası bana. Bir daha kurumsal hayatta çalışmayı düşünmüyorum. Bir yandan her gün kuklamla paylaşım yapıyorum. Seyahat, mekânlar, tarih, kültür sanat, edebiyat, ruh halim... Hayatımda ne varsa anlatıyor, sanal ama gerçek ailemle iletişim kuruyorum. Asla ama asla gerçek olmayan bir şey paylaşmıyorum. Ben ne isem, kukla da o... Bir yandan da yıllardır hayalini kurduğum şeyi gerçekleştiriyorum. Edebiyatla ilgileniyorum...
-Ve Prag’da yaşıyorsun?
-Evet. Doğma büyüme İstanbulluyum ama bir buçuk yıl önce ani bir kararla Prag’a taşındım. Canım hayat arkadaşıma Prag’dan bir iş teklifi geldi ve birlikte Prag’a yerleştik. Oraya yerleştikten sonra iki yıldır üzerinde çalıştığım ilk romanımı bitirdim. Çünkü annemin sözünü dinliyorum ve hiçbir hayalimi artık ertelemiyorum!
Paylaş