Paylaş
Yaratıcı, yeryüzüne gönderdiği her canlının, özellikle insanın rızkını çok önceden yeryüzü sofrasına göndermiştir. Hem de cömertçe, bol bol. Ancak birilerinin israf ve tasallutu büyük kitlelerin normal ihtiyaçlarını karşılanmaz hale getirmekte ve dengeler altüst olmaktadır. Konunun büyük otoriteleri şu hesabı önümüze koymaktadır:
“Aşırı harcamalara ilişkin rakamlar, dünyadaki yoksul kesimin ihtiyaçlarını karşılamanın çok masraflı olacağı iddiasını çürütmektedir. Yoksulların yeterli gıda, temiz su ve temel eğitim ihtiyaçlarının karşılanması için gereken para, insanların bir yıl içinde makyaj malzemelerine, dondurmaya ve evde beslenen hayvanların mamasına harcadığından daha azdır.” (World Watch Institute’ün ‘Dünyanın Durumu’ adıyla yayınlanan raporu, TEMA VAKFI yayınları, İstanbul 2004, 5-6)
Tabiatın dünya sofrasına gönderilen nimetlerin, mesela yüz kişiye yetecek bir kısmına, zalim ve doymaz üç-beş el musallat olduğunda diğer doksan küsur kişi aç kalabilmektedir. World Watch Institute’ün raporlarından alınan şu satırlara bakın:
“Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da yaşayan % 12’lik kesim, dünya genelindeki kişisel tüketim harcamalarının % 60’ını yapmakta, Güney Asya, Orta ve Güney Afrika ülkelerinde yaşayan ve dünya nüfusunun üçte birini oluşturan insanların harcama oranı ancak % 3.2’ye ulaşabilmektedir.” (Bir önceki yayın, s. 5-6)
Anlaşılıyor ki, dünyadaki paylaşım dengesinin bozulmasına, musallat zümrenin sadece savurganlıkları bile yeter. Kaldı ki, bu musallat zümre, dengeleri sarsmada, savurganlığın ötesinde kötülükler de işlemektedir. Örneğin, “tüketimden kaynaklanan küresel çevre bozulmasının büyük bölümünden, Avrupa ve Kuzey Amerika’da ilk sanayileşen ülkeler ile Japonya ve Avusturalya sorumludur.” (Bir önceki yayın, 7)
Bu durumda, ortaya çıkan tablonun faturası Tanrı’ya değil, zulmü yapanlara kesilmelidir.
Zulüm ve israf düzeni yani vahşi kapitalist sistem, bir yandan sömürüyle, öte yandan, akıl ve ihtiyaç dışı tüketimi körükleyerek dünyanın tüm kaynaklarını telef etmektedir. Hepimiz bilmekteyiz ki, harcamaların sınırsız, gıda ve diğer ürünlerin bol olduğu tüketim toplumlarında, içsel dürtüler sağlıksız ve gereksiz tüketim talepleri ve düzeyleri yaratır.
ŞEYTANIN DİNİ
Tüketim çılgınlığı, son yüz yılın âdeta en büyük dini oldu ve girdiğimiz yeni yüzyılın en büyük dini olmaya da aday görünüyor. Bu din, şeytanın dinidir, Tanrı’nın değil. Konuyla ilgilenen uluslararası uzmanlardan biri, Michael Renner şöyle yazıyor:
“Gem vurulmamış bir tüketimin tetiklediği sınırsız ekonomik büyüme âdeta çağdaş bir din haline geldi. Bu, hem hissedarlarını memnun etmeyi esas alan şirket yöneticilerinin hedefi hem de bir sonraki seçimleri de kazanmak isteyen siyasal liderlerin amacı.” (Edward Rothstein, A World of Buy, Buy, Buy, from A to Z, New York Times, 19 Temmuz 2003)
Tüketim çılgınlığının lanetli manifestosu, 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısının başlarında insanlığın zihnine iyice yerleştirildi. Bu lanetli manifestonun kuramcılarından biri olan Victor Lebow, 1950’de şöyle haykırıyordu:
“İnanılmayacak derecede verimli ekonomimiz, tüketimi bir yaşam biçimi haline getirmemizi gerektiriyor. Mal ve eşyaları giderek artan bir hızla tüketmemiz, bitirmemiz, aşındırmamız, yerlerine yenilerini koymamız ve eskileri atmamız gerek.” (World Watch Institute’ün ‘Dünyanın Durumu’ adıyla yayınlanan raporu, TEMA VAKFI yayınları, İstanbul 2004, s.111)
Bu manifesto, belirleyici olmuştur. Bugün hâlâ birçok ürün tamir edilemeyecek, parçaları değiştirilemeyecek şekilde üretiliyor. Daha çok kazanmanın doymaz devleri şöyle buyuruyorlar: “Daha çok satmamız için, ‘Bir kez kullan, at!’ ilkesini yerleştirin.”
Tüketim çılgınlığını azdıran olumsuz gelişmeler arasına kredi kartıyla satış ile internet üzerinden satışı da koymalıyız.
KONFOR VE ATIKLAR PROBLEMİ
Kapitalist dinozorların daha çok kazanma hırsına işlerlik kazandıran reklamlar, hem bizzat kendilerinin sebep olduğu harcamalar hem de tüketime getirdikleri hız açısından yeni israf kalemleri yaratmaktadır. Ayrı ve öncekilerden hiç de geri kalmayan bir harcama kalemi de israf toplumundaki hizmetlerin sunumunda kullanılan ve ardından çöpe atılan ‘atıklar’dır. Bu atıklar sadece lüzumsuz harcama yaptırmakla kalmamakta, çevreyi ve doğayı kirleterek de insanlık aleyhine sürekli problem yaratmaktadır.
Günümüz insanlığının en büyük problemlerinden biri de ‘zehirli atıklar’ problemidir.
Zehirli atıklar, sebep oldukları lüzumsuz harcamalara ilaveten, yer altı zenginliklerini, özellikle suları zehirleyerek de büyük zararlara sebep olmaktadır. Bugün gelinen yer itibariyle, yeraltı tatlı su alanlarının yaklaşık yarısı (sanayiin ve zehirli atıkların tahribiyle) kaybedilmiş bulunuyor.
İsraf geliştikçe konfora düşkünlük artmaktadır. Veya konfor imkânları geliştikçe israf artmaktadır. Şöyle veya böyle, israf ile konfor düşkünlüğü arasında kopmaz bir bağ vardır.
Bu konfor düşkünlüğü, Pakistanlı büyük düşünür Muhammed İkbal’in (ölm. 1938) deyişiyle, insan ruhunu katleden bir musibettir.
İNSANLIĞIN BÜYÜK SORUNU: ABD
Dünya kaynaklarının lüzumsuz yere telef edilmesinin birinci dereceden sebeplerinden biri de konfor düşkünlüğüdür. ABD’deki otomobil tüketiminin 1960’tan 2000 yılına kadarki artışı % 100’dür.
ABD ve AB ülkeleriyle onların hayat tarzını örnek edinmiş bazı Asyalı ailelerde, evlerdeki otomobil sayısı, evdeki insan sayısından fazladır. Sarp ormanlık arazilerde kullanılmak üzere imal edilen jeep türü araçlar, daha sonra, büyük kentlerin merkezlerinde birer eğlence unsuru olarak ve esas otomobillere ilaveten kullanılmaya başlandı. Bu tür araçlar, gerekli koşullarda kullanıldığında bile birer petrol içici dinazor gibi harcama yaptırmaktadır. Bunların, zevk unsuru olarak oto yollarda kullanılması ise birkaç başlı bir israfa yol açmaktadır. Bu petrol içen dinazorların, özellikle ABD’de satış rekorları kırmaya başladığını bilmekteyiz.
Bu ve benzeri zevk ve konfor düşkünlüklerinin sebep olduğu lüzumsuz harcamalar, özellikle enerji kaynağı israfı, tüyler ürpertici rakamlara ulaşmış bulunuyor. Bu açıdan bakıldığında, şu tespiti altını bir insanlık borcu olarak çizmek zorundayız:
İsrafın ilahlaştığı ülke olan ABD, insanoğlunun bütün ahlaksal değerlerine bir darbe olarak görülmelidir.
ABD toplumunun israfçılığı sürdükçe, ABD imparatorluğunun emperyalist ve sömürgeci emelleri de sürecektir. Çünkü o büyük israf bu büyük sömürü olmadan yaşatılamaz. Şu tespite bakın:
“Ortalama bir Amerikalı, ortalama bir dünya vatandaşından 5 kat, ortalama bir Çinli’den 10 kat, ortalama bir Hintliden ise yaklaşık 20 kat daha fazla enerji tüketiyor.” (Bir önceki yayın, 27)
İsrafın ve onun yarattığı konfor belasının temel tahriplerinden biri de, insan sağlığında yarattığı dengesizlik yüzünden sebep olduğu astronomik sağlık harcamalarıdır. Bunun en büyük örneği ABD’deki obezite (şişmanlık) sorunudur. Bu sorun, bir yandan ‘zayıflama’ gerekçesiyle akıl almaz sözde ‘spor’ harcamaları getirmekte, öte yandan, bozduğu sağlığın düzelmesini temin için yapılan masrafları körüklemektedir.
İsraf öyle bir beladır ki, sürekli yeni belalar doğurur. Bu belaların tümü insanlığın birinci dereceden aleyhine belalardır.
Burada şu gerçeğin altını da çizmek gerekiyor:
BIÇAK KEMİĞE DAYANDI, NE YAPMALIYIZ?
ABD ve AB ülkelerindeki israf ve konfor düzenini yani doğa ve insanlık dışı yaşayış biçimini esas alırsak, dünyamızın kaynaklarının buna asla müsait olmadığını hatırlamak zorunda kalacağız. O takdirde, insanlığın önünde iki seçenek belirmektedir:
1. ABD ve AB toplumlarının dünyanın geri kalan kısımlarının sefaleti pahasına israf düzenini ve buna bağlı olarak da sömürülerini sürdürmelerine seyirci kalmak,
2. Bu israf ve konfor düzenini herkese yaymaya çalışarak doğanın tüm insanlığı cezalandırmasına razı olmak. Çünkü Yaratıcı irade, dünya sofrasını, âdil paylaşım ve israftan uzaklık ilkelerine göre düzenlemiştir. Yeryüzü sofrası, bu ilkelere uygunluk halinde bereketli ve besleyici bir sofradır. Ne yazık ki, insanlık temel mutluluk ilkelerini çiğneyerek hem doğaya hem de Yaratıcı iradeye isyan etmiştir. Bu isyan durdurulmakça mutlu bir insanlık görmek olanaklı değildir.
Dünyamızın ve insanlığın, doğal yasalar ile ahlak yasalarına uygun yeni bir tüketim düzenine ihtiyacı, hava ve su kadar âcil hale gelmiştir. Böyle bir düzenin kurulması ise ahlak yasalarının dünyaya yön veren siyasetlere girmesiyle mümkün olur.
İsraf ve tüketim toplumunun ve bu topluma uyarlı ekonomi anlayışlarının yarattığı ve yerkürenin doğal dengelerini tahrip ettiği bilinen sanayi ekonomisi, bugün için terör ve harplerden çok daha büyük bir tehdittir. Ne var ki, kapitalist kazanma hırsı, insanlığın eko-ekonomiye yani doğayla uyumlu ekonomiye geçmesine asla izin vermemektedir.
İnsanlık, gezegenimizin ekolojik sağlığında 1970’lerden beri % 35 bozulma olduğunu bildiği halde, (bk. bir önceki yayın, s.17) bu yıkımın durdurulması için hiçbir şey yapmıyor. Çünkü, başta ABD olmak üzere, küresel kapitalist dinazorlar, gelirlerinin azalacağı gerekçesiyle bu gidişin durdurulmasına yanaşmıyorlar.
Küresel kapitalizmin pompaladığı tüketim düzeni egemen olursa, bugünün 6 milyar dünya nüfusunu beslemede yetersiz kalmaya başlayan yeryüzü kaynakları, örneğin su, 2050’de 9 milyara ulaşması beklenen dünya nüfusunu nasıl besleyecektir? Küresel kapitalizmin öncüleri bugün daha fazla satıp daha fazla kazanmak için tüketimi pompalarken yarınların hesabını asla yapmamaktalar. Çünkü onların gözü dönmüş-dizginsiz hırsları bu tür hesapları yapmaya asla izin vermemektedir.
İnsanlık, bu bir avuç gözü dönmüş azgının tatmin bilmez hırsına kurban edilmektedir. Gelecek kuşaklara daha çok para ve teknoloji bırakmak yerine bu hırstan kurtulmanın ahlak ve erdem reçetelerini bırakmak için bir şeyler yapmanın zamanı geçmektedir.
Küresellik adına, küresel sömürüleri hızlandıracak tezgâhlara değil, büyük ve küresel bir uyanışa muhtacız.
Paylaş