RİVAYET ve şaia odur ki, bendeniz geçen çarşamba günü "sansürlenmişim" (!)
Böyle bir şey yok! Aslı astarı mevcut değil!
Oysa, FethullahGülen Hocaefendi camiasına yakınlığıyla tanınan okulları konu alan o yazımın gazete ve internette farklı yayınlanması, metnin "kırpıldığı" şeklinde yorumlandı.
Aslında bu tür dedikodulara metelik vermem ama yine de işin esasını açıklayayım.
* * *
EFENDİM, söz konusu makaleyi geçen hafta "New York Times"ye manşet olan haberin fotoğrafından yola çıkarak yazmıştım.
Kurgu tamamen onun üzerine inşa edilmişti
Nitekim, benim kaleme aldığım orijinal metindeki ikinci cümle, "resimPakistan’da ’Pak - Türk’ ismiyle faaliyet gösterenliselerden birinde çekilmiş" ifadesine yer veriyordu.
Ve resimde de koca bir Atatürk portresi olduğu için "ulusalcı - laikçi" cihete hitáben, "bu Türk bayrağı ve bu Mustafa Kemal portresi bir yerinize mi batıyor" diye sormuştum.
Oysa dalgaya düşmüşüm ve "NYT"deki resmin altyazısını adam gibi okumamışım.
Söz konusu görüntüler aslında Pakistan’da değil Türkiye’deki bir okulda çekilmiş.
Dolayısıyla, yazının bütün iskeleti çürümüş oluyor. Dehşet bir açık veriyorum.
Eyvaah, aynı "ulusalcı - laikçi" zevat potu farkettiği an, yandı gülüm keten helva!
"Fotoğraf tahrif ediyor" diye mal bulmuş Mağribi gibi üzerine atlar ki, maazallah!
Fakat, burada ne kadar şükrán ifade etsem azdır, yukarıdaki maddi yanlış, Dış Haberler Müdiremiz Ayşe Özek Karasu’nun hassas ve profesyonel gözünden kaçmamış.
Telesekreterde onbir mesaj buldum, "aman şunu düzelt" diye aramaya başlamış.
* * *
AMA, bana ulaşabilene aşkolsun. Fakat gazete de dönecek. Yarın devam edeceğimi salıdan yazmış olduğum için de, eğer yayınlanmassa "sansüüür" feryádı etrafı saracak.
Dolayısıyla, nûr elleri dert görmesin, sevgili Ayşe’cik "Pakistan fotoğrafı" ifadesini ve tabiatıyla da, aynı fotoğrafa ilişkin "batıyor mu" sorusunun yer aldığı bölümleri çıkartmış
İşte, internette yayınlanan "sansürlü" yazının aslı budur. Başka "gizli"si de yoktur!
Oysa, Özek tam gece yarısı bana nihayet ulaştı.
Ben de alelacele, tabii yine Pakistan’ı atan ve soruyu yuvarlayan üçüncü bir varyant daha yetiştirdim.
Gazete yer alan metin de odur.
İmdii, burada "sansür" var mı, yok mu, bunun takdirini sizin insafınıza bırakıyorum.
Ancak, işin yarı-şaka tarafı bir yana, şimdi bir de yarı-ciddi tarafına gelelim.
* * *
O da şu ki, bütün dünyanın bütün medyalarında gazeteciler az - çok san-sür-le-nir!
Ve, bu olgu nor-mal-dir! Amerika’nın keşfi değildir. Aksi, temenniden öteye gitmez.
Zira, tüm meslekler gibi gazeteciliğin de kuralları vardır. Oyun onlara göre oynanır.
Her yayın organı bir "editoryal çizgi" izlediğine göre, buna bile bile ládes demiş bir yorumcusunun o çizgiyle çelişmek elástikiyeti ve "lüks"ü de ancak bir yere kadar geçerlidir.
Konjonktürel çelişkiye göre, káh kendini otosansürlediği, káh da sansürlendiği olur.
Zaten de, sıfatını mostralık niyetine değil aynı çizgiyi korumak için taşıyan ve taşıması gereken yayın yönetmenleri, sınırın aşıldığına hükmettikleri an keserler de, biçerler de!
* * *
BURADA tercih sınırlıdır. Gazeteci ya yutar, ya gider. Yönetici de ya anlar, ya kovar.
Denge iki taraf açısından da hassastır ve. Ne biri, ne öteki "masûm"dur.
Gazeteci kapıyı çekmiyor, yönetim de kapıyı göstermiyorsa, bu, karşılıklı ve mantıki bir ilişkiye delálettir.
Uzlaşma ruhuna işarettir. Oportünizm değil pragmatizm söz konusudur.
Zaten her profesyonel ilişki, hele hele medyadaki ilişkiler o pragmatizmi zorunlu kılar.
Ve, en profesyonel ilişkiler de gazetecinin "sansürlü", yöneticinin ise "sansürcü" rivayetlerinien asgáriye indirdiği meslek kurumlarında hüküm sürer ki, işte işin aslı budur.