HAYATIMIN en utanç verici anlarından birini 1967 yılında Kuşadası’nda yaşadım.
Ben, Türkiye’nin ilk kuşak DJ’lerinden biriyim diyebilirim.
Ama DJ’lik kariyerim, ne yazık ki, 15 gün sürdü ve dramatik bir olayla kapandı.
* * *
O yıl Kuşadası’nda "Güvercinada"da açılan diskotekte DJ olarak iş buldum.
Kuşadası, Türkiye’nin turizme ilk açılan kasabalarından biriydi.
Güvercinada’da kalenin içindeki diskotekte çalışmaya başlamıştım.
Müşteriler çaldığım parçalardan çok memnundu.
Diskoteğin patronu, birinci haftanın sonunda programa bir dansöz ekledi.
Kız o günlere kadar gördüğüm, kalçaları, göğüsleri iri klasik dansözlere hiç benzemiyordu.
Narin yapılı, ama güzel bir kızdı.
Hali tavrı da farklıydı.
Programa çıkmadan önce ve programdan sonra gelip benim yanıma oturur, sohbet ederdik.
Gündüzleri de diskotekte çalışan öteki çocuklarla hep birlikte denize girer eğlenirdik.
Dansöz kızın geldiğinin üçüncü veya dördüncü gecesi, çok garip bir olay oldu.
Diskoteğin bir güvenlik görevlisi vardı.
O zamanlar bu kişilere "fedai" deniyordu.
Bu kişi, o zamanlar İzmir çevrelerinde iyi tanınan bir fedaiydi.
Etrafta anlatılanlara göre daha önce iki kişiyi öldürmüş, içeri girip çıkmış biriydi.
Gece yarısından sonra müşteriler dağılmıştı ve biz yine dansöz kızla oturuyorduk.
O fedai birden üzerime gelip beni dövmeye başladı.
Cılız denecek kadar ince bir delikanlıydım. Dolayısıyla o irikıyım adamla baş etmem mümkün değildi.
Epey dayak yedikten sonra beni adamın elinden aldılar. Kaçıp orada çalışan bir çocuğun kaldığı pansiyona sığındım.
Ve gece yarısı Kuşadası’ndan kaçar gibi ayrıldım.
O fedai beni niye dövdü, niye kazdı hálá anlamış değilim.
Ama bu olay benim DJ’lik hayatımı söndürdü.
* * *
Hayatım boyunca en büyük ideallerimden biri, iyi bir müzisyen olmaktı.
Ne yazık ki bu büyük ideal, aynı büyüklükte bir yeteneksizlikle mücadele etmek zorunda kaldı.
Ve bu mücadeleden her defasında yeteneksizlik galip çıktı.
Çok uğraştığım halde, babamın aldığı Alman malı "Framus" marka elektro bas gitarı çalmayı öğrenemedim.
Bir ara, Namık Kemal Lisesi’nde kurulan "Hayaletler" adlı orkestranın menajerliğini yaptım.
Müzisyen olamadım, ama çok çok iyi bir müzik dinleyicisi oldum.
* * *
Şimdi önümde bir CD duruyor.
Bu benim hazırladığım bir CD.
Üzerinde "Arta Kalan Zamanda" yazıyor.
Hayatımın son 30 yılında beni en çok etkileyen aryaları seçtim ve her biri için bir yazı yazdım.
Aryalarla ilk tanışmam 1970’li yılların başında oldu.
Visconti’nin "Venedik’te Ölüm" filmine girmek için sırada bekliyordum.
Sinema salonunun girişindeki plakçıda bir şey çalıyordu.
Sıradan çıkıp sordum.
"Mahler’in Ölmüş Çocuklar Şarkısı" dedi.
Dame Janet Baker söylüyormuş.
O günden beri sayısız arya dinledim.
Gençlik yıllarında "arya" dendiği zaman aklımıza, kocaman göğüslü komik kadınların çıkardığı acayip sesler gelirdi.
Bugünse, müziğin en üst hali olarak görüyorum.
* * *
Bu CD’ye hayatımın son 30 yılına girmiş en güzel aryaları koydum.
Kenan Işık çok güzel bir şey yaptı.
Yazdığım metinleri, görme engelliler için okudu.
Ama öyle güzel okudu ki, şimdi daha çok onu dinliyorum.
Sanki gözlerim kapalıyken bu müzik bana çok daha fazla haz veriyormuş gibi geliyor.
Oysa arya, sinemanın en etkili kullandığı müzik türü.
İnsanı yalnız bir karanlığa davet eden bu müziğin, aynı zamanda en görsel sanat olan sinemanın müziği olması, haz dediğimiz şeyin ne kadar çelişkilerle dolu, ne kadar karmaşık bir dünya olduğunu da göstermiyor mu?
Bu CD için, benim müzikal otobiyografim de diyebilirim.
Şimdi onları arka arkaya dinlediğim zaman şunu anlıyorum:
Hayat aslında insanın ruhuna işlemiş şarkılardan oluşan bir müzik antolojisi.
Bu şarkıları dinlerken müzikal yeteneksizliğime karşı mücadelede ilk defa galip geldiğim duygusunu da yaşıyorum.
Emin olun, hepimizin bize kalan zamanlarda böyle zaferlere ihtiyacımız var.
Bu CD bana, bir gece yarısı Kuşadası’nda yediğim o dayağı da unutturdu.