Bu bir ikinci baskıdır: Aykırı Atatürk yazısı

MEKTEBE gittim...

Bir Atatürk propagandasıyla karşılaştım ki sormayın.

Kupkuru ve "insani açı"yı epey ihmal eden bir propagandaydı bu.

Mahrem alana döndüm.

Bambaşka bir Atatürk dinledim:

Resmi alanda "ak" denilen ne varsa hepsine "kara" deniliyordu.

"Mahrem alandaki Atatürk" ile "Mektepteki Atatürk" arasındaki farklar ne kadar da muazzamdı!

Şaştım kaldım.

Dengeyi tutturmak için o minik omuzlarım yorucu mu yorucu bir telaşın altında ezildikçe ezildi.

Bir tarafta...

İnsaniliği zerre kadar hesaba katılmamış, "kuru bir bilgisayar tıkırtısı"yla anlatılan resmi bir Atatürk.

Diğer tarafta...

Bin türlü tezvirata bulanmış yaman bir öcü masalı.

Eyvah!

Beni saran yine vicdansız bir ikilemin acımasız kollarıydı.

* * *

Sonra "mektep" ve "mahrem alan"daki bu yaman çelişki, politik alana da sirayet ediverdi.

Bir taraf...

Eline geçirdiği korkutucu bir "Atatürk sopası" ile diğer tarafı korkutuyor ve adam etmeye çalışıyordu.

Diğer taraf ise...

Karanlıkta ve kısık sesle "kötülük çiçeği" şiirini okuyor ve "bitmeyen kin" şarkısını fısıldayıp duruyordu.

Bir taraf...

"Ankara’nın taşına bak" diyerek karşı tarafa meydan okuyor ve Gazi Paşa’nın uyanıp herkesi tedip ve terbiye etmesi için yalvarıp yakarıyordu.

Diğer taraf ise...

Koruma Kanunu’ndan filan ürktüğü için, "Atatürk yaşasaydı bizden olurdu" türünden zevzekliklerle olayı sulandırmaya çalışıyordu.

Ne yapacaktım?

Atatürk’ü sopa gibi kullananlardan korkarak "sahte Atatürkçü" mü olacaktım?

Ya da...

Ben de işi zevzekliğe vurarak sulandıracak mıydım?

İkisini de yapmadım.

Yapamadım.

Çareyi kimseye çaktırmadan uzun bir süre Atatürk defterini kapatmakta buldum.

* * *

Derken bir gün günler sonra...

Yağmurlu bir havada, elimde Falih Rıfkı’nın "Çankaya"sı, yüreğimde tarifsiz ve tarafsız bir boşluk duygusu, attım kendimi Pera Palas Oteli’ne...

İkilemleri, şamataları, zevzeklikleri, korkutmaları, cıvıtmaları geride bırakıp, kendi özgür irademle başladım okumaya...

Okudukça tanıdım, tanıdıkça sevdim.

"Tek adam" olduğu günlerde Beyoğlu’nda bütün korumaları atlatıp, çok eskiden, yani beş parasız genç bir zabitken, gittiği izbe birahaneyi aramasını, bulamayınca acayip kederlenmesini sevdim.

Memleketin en umutsuz günlerinde, başta İsmet Paşa olmak üzere en namlı vatanseverlerin "bir şey çıkmaz" diye hafiften yan çizdiği en karamsar günlerde, umudu dipdiri tutma ısrarını sevdim.

Yenilgiden yenilgiye koşan bir milletin, tam da yenilgiyi bir kader sanmaya başladığı dönemde bütün ezberi bozmasını sevdim.

Fotoğraf çektirme zaafını, sevdiği şarkıları, geç yatıp geç kalkmasını, Çankaya’da canının sıkılmasını, bazı geceler "uçarı bir gülümseme" ile tebdili kıyafet kaçıp felekten bir gece çalmasını falan...

Hepsini ama hepsini sevdim.
Yazarın Tüm Yazıları