ADI Türkiye’de daha hemen hiç duyulmamıştı ki, henüz ekonomi bakanı olan Nicolas Sarkozy Ankara’nın AB üyeliğine resmen karşı çıkınca, 9 Eylül 2004 günü şöyle yazmıştım:
"Fransa’daki ’Türkiye sorunu’ esas itibariyle bir ’Fransa sorunu’dur (?).
Ankara’ya ilişkin didişme de, bu ülke siyasi aktörlerinin (oy hesabıyla) birbirlerine belden aşağı vurmak için kullandığı bir enstrümandır".
Sonra, aradan geçen tam üç yıllık süre boyunca hiç durmaksızın şu temayı işledim.
Sarkozy cumhurbaşkanı seçildiği takdirde, özellikle "pro Amerikan" tavrından ötürü Türkiye politikasını yumuşatacak ve Voltaire lisanındaki tábirle, "şarabına su katacaktır."
Ve işte, bugün oradayız.
* * *
ORADAYIZ, zira Paris önce 27 Ağustos’ta bir duyuru yaptı. Üyelik müzakerelerine "taş koyan" vetosunu kaldırdığını bildirdi. Sürecin önündeki "hukuki bariyer"i yoldan çekti.
Sonra ve sembolik ve pratik açıdan çok daha önemlisi, AB İşleri Bakanı Jean-Pierre Jouyet cuma günü, aslında Türkiye’yi hedefleyen ve yeni katılımların referanduma sunulmasını öngören Fransız Anayasası’nın şartlı olarak değiştirilebileceğini haber verdi.
İşte yukarıdaki iki gelişme de, o "şaraba su katmak" deyimine tam cuk oturuyor.
Yani, üzüm üsáresi ab-ı hayat iksirinin tadını hálá belirlese bile, bunlar, iktidardaki bir Sarkozy’nin Ankara’ya karşı realpolitik esnekliğe kaydığının ve kayacağının delilini sunuyor.
* * *
FAKAT dediğim gibi, bağ meyvesi sıvıdaki taam ağırlığını hálen de sürdürüyor, zira Paris önderi Türkiye’nin Avrupa’da yeri olmadığına ilişkin "ilkesel tez"inden (!) vazgeçmedi.
Ama hemen söyleyeyim ki, onun sığ ve kategorik ufkunu reddetmeme rağmen Fransız lideri "ırkçılık" veya "anti-Türklük"le suçlamıyorum. Bu, sonsuz abestir. Kolaycıdır.
Çünkü hayır, en yakın ve en mahrem aile dostunu, kabinedeki hayati bakanlıklardan birine de getirdiği Mağribi Arap Reşide Dati’den seçmiş bir Sarkozy ırkçı falan değildir.
Artı, "büyük ülke, büyük halk" diye belki bin kez övdüğü ve daha cumartesi günü Budapeşte’den dönerken gazetecilerin muhtemel Ankara üyeliğine ilişkin sorusunu, "Türkiye’nin ancak AB bünyesine alınarak istikrarlaştırılabileceği fikri küstahlıktır ve bunun adı sömürgeciliktir" diye cevaplayan aynı Nicolas Sarkozy tabii ki "anti-Türk" de değildir.
Kafası pek berrak olmasa da, esas itibariyle, "nüve" kimlikli bir Kıta anlayışına sahiptir.
Nitekim, bırakın gelecekte Ankara’yı "hazmetmeyi", eğer elinden gelmiş olsa pek çok Orta ve Doğu Avrupa başkentini bile Topluluk’tan derhal "sepetleyeceği" kesindir.
Zaten, anayasadaki referandum maddesinin değiştirilebileceği anonsunu, o "nüve AB" projesi için Paris’in oynadığı bir kart, bir koz, háttá belki bir şantaj olarak görmek gerekiyor.
* * *
HAYIR, eğer mevcutsa bu "şantaj" (!) bizzat Türkiye’ye karşı yönlendirilmiyor.
Fransa diplomasisi kısmen Ankara’yı kullanarak, kurumsal açıdan tümüyle donmuş durumdaki AB’yi silkelemek; ama tabii ki kendi doğrultusunda silkelemek hedefini güdüyor.
Böylelikle de başkentlere; bilhassa önce Berlin’e ve sonra Londra’ya sinyal yolluyor.
Referandumun ilgasını, Aralık ayında Sarkozy’nin istediği türde "basitleştirilmiş" ve söz konusu "nüve"ye ortam yaratmış bir Avrupa Anayasa’nın onaylanması şartına bağlıyor.
Yahut, "şart" kelimesini kullanmasak dahi bunu "yem" olarak atıyor. Sondaj yapıyor.
Muhtemelen ABD’nin de ısrarıyla, Türkiye’ye göz kırpmanın "bedeli"ni açıklıyor.
Yani, "zaten o vakte kadar kim öle, kim kala, Ankara’ya barikatı kaldırabilirim ama sen de benim Brüksel projesine ’he’ deyiver" türünden bir taktiğe yöneliyor.
Bu taktiğin ve belki de uzun vadeli stratejinin önce Fransız, sonra AB şarabına daha ne kadar miktar "su katacağı" konusunu yarın tekrar geliştireceğim.