GEÇEN pazar akşamı Yalçın Bayer’in kızı Dilge’nin düğünündeydim.
Masada yanımda rahmetli Turgut Özal’ın eşi Semra Özal oturuyordu.
Semra Hanım, kendi dünyasını hiçbir etki altında kalmadan yaşayan gerçekten kişilikli bir kadındır.
Kendine ait hayat tarzından, eşinin ne başbakanlığı, ne de cumhurbaşkanlığı döneminde taviz verdi.
Masada, önünde buzlu bir viski kadehi duruyordu.
Elinde de her zamanki gibi bir puro vardı.
Yani bildiğimiz tipik bir Semra Özal portresi duruyordu.
* * *
Ancak elindeki çakmağı bugüne kadar hiç görmemiştim.
O nedenle hemen dikkatimi çekti.
Purosunu kendi yakmaya özen gösteriyordu.
Yakarken dikkat ettim, çakmağın tam orta yerinde kalp şeklinde bir boşluk vardı.
Bu boşluğun etrafı küçük pırlanta gibi taşlarla çevriliydi.
Yakmak için çakmağın kapağını kaldırdığında, kalp şeklindeki o boşluğun içinde ışık yanıyordu.
Müsaade isteyip çakmağa baktım.
Etrafı taşla çevrili o kalbin içinde Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafı vardı.
Yüzüne baktım, bir şey dememi beklemeden şunu söyledi:
"Türkiye varlığını ona borçlu. Onun fotoğrafını kalbimizde taşımalıyız."
O sözleri işittiğim zaman aklıma, bundan bir süre önce Star Gazetesi’nde, Özal döneminde cumhurbaşkanlığı sözcüsü olan Büyükelçi Kaya Toperi ile yapılan bir söyleşi geldi.
Kaya Toperi, o günlere ait şöyle bir anekdotu anlatıyor:
"Kim ne derse desin Semra Hanım çağdaş, laik, Türk kadınının övünç kaynağıdır. Bir gün Sayın Cumhurbaşkanı’nın yapacağı bir konuşmanın metnini arz etmek için yukarı çıktım. Turgut Bey konuşmayı okurken, ’Kaya laiklik niye üç defa kullanıldı’ diye sordu. Semra Hanım, ’Az bile kullanılmış’ dedi. Semra Hanım, Köşk’te laiklik konusunda bir denge unsuruydu. O varken Korkut Bey Köşk’e gelmezdi."
* * *
Biraz gerilere gittim.
Gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda Turgut Özal’ın çevresi hakkında yazılanları hatırladım.
Mehmet Keçeciler, Hasan Celal Güzel, Hüsnü Doğan gibi insanlar için "Kutsal İttifak" deyimi kullanılırdı.
Güzel’in eşinin başı açıktı.
Keçeciler’in eşinin başı kapalıydı. Ama kızları son derece modern giyiniyordu.
Hüsnü Doğan ise her zaman üstün kalitesiyle hatırlanan bir siyasetçi oldu.
Bu üç insan da siyasi hayatımızda üzerine toz konmamış siyasetçiler olarak kaldılar.
Bu insanlar, laik rejime bağlılıklarını sadece siyasetleri değil, hayat tarzlarıyla da ispatladılar.
Gazetecilik yaparken, o günlerin manşetleri hep gözümün önündedir.
Tarih bazen, yapılan yanlışları çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
O nedenle bugün AKP yönetimi hakkında yazı yazarken, çok dikkatli ve adil olmaya çalışıyorum.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le ilgili itirazımın, sadece verilen sözün tutulmamasıyla ilgili olduğunun altını da defalarca dikkatle çizdim.
* * *
Bütün bunları hiç göz ardı etmeden şunu söylemek istiyorum:
Ben, bu Anayasa’nın hazırlanma biçimini doğru bulmuyorum.
Ayrıca 1982 Anayasası’nın üzerinde mutabakat bulunan kritik maddeleriyle bu kadar fazla oynanmasını da doğru bulmuyorum.
Bu yolla hazırlanan bir Anayasa, toplumun birçok üyesinin gönlünde bir çentik açacaktır.
Şu tehlike de var: Bu Anayasa, 1982 Anayasası’ndan daha küçük bir konsensüsün ifadesi olabilir.
Peki, yüzde 92’den küçük bir uzlaşma, "sivil denilen" bu Anayasa’yı, "askerlerin hazırladığı" söylenen 1982 Anayasası’ndan daha mı meşru kılacak?
Semra Hanım’ınçakmağının içindeki fotoğraf bana bunları düşündürüyor.