Paylaş
Balkondaki kalabalık arasından bir kişi ayağa kalkmış. Sahneden “Ahmet, Ahmet” diye bağıran adama seslenmiş:
- Kardeşim benim adım Ahmet değil. Neden durmadan bana Ahmet diyorsun?
22 Temmuz seçimlerinin sonucunu da, kendilerine dönük bir sesleniş gibi algılayanlar var ülkemizde. Önceki gün de Ertuğrul Özkök Hürriyet’teki yazısında, kendilerini “beyaz zenci” gibi hissedenlerden söz ediyor ve bunun sebebini de şöyle açıklıyordu:
- Çünkü, bazı kişilerin ve yazarların zafer çığlıkları öyle sakil bir hal aldı ki, toplumun bir kesimi kendini işte bu duyguya sığınmış buldu.
Mahalleye karşı çevre mi?
Seçim sonuçlarını haber ve yorumlarında yanlış tahmin eden veya Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmaması için medyatik kampanya açanların, kendilerini “beyaz zenci” gibi hissetmeleri fazla anlamlı olamaz. Bu olsa olsa bir mesleki kırıklık olabilir.
Ancak Ertuğrul Özkök bunu medya dışındaki bir boyuta taşıyarak şöyle diyor:
- Benim çevremde giderek, kendi memleketinde "diaspora" haline geldiği duygusu taşıyan insanlar çoğalıyor.
Galiba bu noktada hepimizindurup bir nefes almamız ve sakin kafayla durum değerlendirmesi yapmamız gerekiyor.
Prof. Şerif Mardin’in Vatan’dan Ruşen Çakır'a söyledikleri, sayısız yoruma konu olmuştu. “Mahalle baskısı” kavramının gündemimize girdiği o söyleşiyi hatırlayalım:
- Türkiye'de “mahalle baskısı” diye bir şey var. İran'da ortaya çıkmış olan ve bugün Ahmedinecad'ın devam ettirdiği sistem buna örnektir. İran devriminde çok etkili olan bu hava Türkiye'de de çıkabilir bir gün... Bugün o havayı pompalayan başka şeyler, tuhaf oluşumlar, kendiliğinden birtakım olaylar var. Bazı İslami alt-çevreler ortaya çıkıyor. Mahalle havası dediğimiz şeyin bu İslami alt-çevrelerle yeni bir şekil almış olduğuna inanıyorum…
Bu “mahalle baskısı”na karşı Türkiye’de bir de “çevre baskısı” diyebileceğimiz bir olgunun varlığı, herhalde inkar edilemez.
Kuşatılmışlık duygusu
Kendileri gibi olmayan, kendilerine benzemeyen, kendilerinden farklı olan her kesimi kendilerine dönük bir tehdit olarak algılayan “çevreler” de var Türkiye’de. Ertuğrul Özkök’ün “Benim çevrem” diye ifade ettiği olguda da bunu görebiliyoruz. Suada’daki bir davette veya Çırağan’daki bir düğünde bulunan “çevre” olabilir bu mesela.
Uzun bir süre toplumdaki değişimi gözlemleyerek yaşamış olanlar, çeşitli çevrelerin her yeni oluşum karşısında kendilerini “kuşatılmış” hissettiklerini görmüşlerdir.
Bugün artık kurulu düzenin öğeleri olan eski Demokrat Partililer, eski Adalet Partililer, eski siyasal düzenin sahipleri tarafından ürküntü ile karşılanmamışlar mıydı? Bugün yerleşik sermayenin simgeleri olan aile şirketlerine isim veren Anadolulular, İstanbul’a ilk geldiklerinde “türediler” diye karşılanmamışlar mıydı?
‘Yeni’ye de yer açılmalıdır
Aslında kimse kimseyi tehdit etmiyor. Sadece eskilerin yeni gelenlere yer açmaları, onları aralarına almaları gerekmekte. Bu da hep böyle oluyor. Dünkü zenciler, kısa sürede beyaz oluyor.
Ertuğrul Özkök, değişimi en iyi algılayan gazetecilerin başında gelen bir meslektaşımız. Mesleki kırıklığını veya çevrenin baskısını aşıp, “derin Türkiye”nin gerçeklerine yelken açmakta, artık gecikmemesi gerekiyor. “Demokrat” olmak ile “anti-demokrat” olmak arasındaki çizgiyi aşmak bir an meselesidir çünkü.
İktidar artık muktedir de olmalıdır…
Cumhurbaşkanı, Başbakan, TBMM Başkanı, TBMM çoğunluğu, hükümet hepsi AK Parti’nin iktidar alanının parçaları. Eğer bu partinin gerçekten hedefi Avrupa Birliği’ne üyelik ve ülkedeki sivil demokrasinin yerleşik hale gelmesi ise, AK Parti’nin tekerine çomak sokacak siyasi bir engel pek yok artık.
Önceki gün Mehmet Ali Birand, “Akil Adamlar”ın temaslarını değerlendirdikten sonra, AB konusunda kısa vadede beklenilenleri şöyle sıralamıştı:
1) Her şeyin başında 301'inci madde geliyor. Ne dersek diyelim, ne yaparsak yapalım, 301 değişmeden kimse bir adım ileri adım atmayacak.
2) Vakıflar Yasası'nın çıkması ve gereken düzenlemelerin yapılması.
3) Ruhban Okulu başta olmak üzere, azınlıkların dini özgürlüklerinin güvenceye alınması.
4) Limanların Rumlara açılması sorununun çözümü.
Paylaş