*** *** *** İstanbul’da, önceki gün, Cuma günü hava sıcaklığı gölgede 36 derece idi. “Halkın evladı hoş geldin” pankartının asılacağı yerdeki arabamı göremedim. Biraz ileriye, bir pankart daha, Huber Köşkü yakınına ise “Cumhurbaşkanımız Mahallemize Hoşgeldiniz” yazılı pankart asılıyordu.Yine bir Cumhurbaşkanı, bizim mahalleye geliyordu ve yine bizim araba uçmuş gitmişti. Üstelik, bu Cumhurbaşkanı’nın, yani 11.sinin, iki günde bir mahallemize geleceğini sezdim. 10.su pek gelmezdi. Rahattık.Fehmi Koru, önceki gün Londra’da aynı evi paylaştıkları öğrencilik günlerine atıf yaparak, Abdullah Gül’den “Bizim evden bir Cumhurbaşkanı çıktı” diye yazmıştı. Ben de, “İstanbul’da mahallelimizden biri, komşumuz Cumhurbaşkanı” düşüncesini aklımdan geçirdim. Geçirdiğim anda da dehşete düştüm. Cumhurbaşkanı ile bu komşuluk ilişkisi, benim yazın kavurucu sıcağında ya da İstanbul’da yağmur yağıp ortalığı seller bastığında veya kış-kıyamette hababam arabasız kalmam anlamına gelecekti. Arabanın peşine düşüp çekildiği yeri bulmak, bulduktan sonra para ödeyip kurtarmak için harcayacağım çaba ise cabası.Acaba, Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanlığına taşıyan “halk iradesi” ya da onun “demokratik hakkı”, benim çıkarlarıma ne kadar uygun düşüyor diye de düşündüm.Yazılarımdan anlaşılıyor olmalı, benim, “Türkiye’de şeriat devleti kurulacak”, “bütün kadınlar türban takmaya mecbur edilecek” gibi kaygılarım yok. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını hiç bu tür kaygı ve korkularla karşılamadım. Tam tersine, gayet olumlu yaklaştım. Şimdi ise, daha Cumhurbaşkanı sıfatını kazanalı 72 saat olmadan, “yaşam tarzım”ın olumsuz etkilendiğini fark ediyorum.Acaba, Marksist anlamdaki “sınıf çıkarım” –özellikle 36 derece sıcaklıkta arabamın peşine düştüğüm bir sırada- bana, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığına karşı çıkmamı mı emretmeliydi diye de düşünmedim değil,.Karımın aklına cince bir fikir düştü. “Cumhurbaşkanlığı’nın örtülü ödeneği var mı?” diye sordu. Sıcaktan kavrulmuş halde arabamı aranırken, “Bana ne olsa ya da olmasa; şu andaki sorunumun çözümü ile ne ilgisi var bunun?” diye tepki gösterdim. “Belki” dedi, “Cumhurbaşkanı’nın vatandaşa verdiği zararı karşılamak bakımından, arabanın çekilme parası oradan karşılanabilir.” “Bir başvur bakalım” diye de hafiften beni ti’ye aldı.Samimi kanaatim, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül çok sıklıkla İstanbul’a gelirse, benim arabamın çekilmesi üzerine ödeyeceğim paranın “örtülü ödenek”le de karşılanamayacağı, buna bütçeden pay ayrılması gerektiği.Ama, “başvur” sözcüğü zihnimde yankılandı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yeni makamında ayağının tozu ile “yaşam tarzım”a verdiği ilk zararı duyurmak için, “başvuru hakkı”mı Cumhurbaşkanlığı Koruma Müdürü Osman Çangal’a durumu bildirerek kullanmak istedim.Bir yandan arabamın peşine düşmüştüm, bir yandan da Osman Çangal’ı telefonla arıyordum. Sürekli meşgul çaldıkça, sıcağın altında terden gömleğim bedenime yapışıyordu.Osman Çangal ile aramdaki “özel hukuk”a güveniyordum. Geçen yıl, Mekke’de bir gece sabaha karşı “11.Cumhurbaşkanımız” ile Umre yaptığımızda, ilk Umre yapanlara uygulanan “saç kesme” işini, o dönemdeki Dışişleri Bakanımızın talimatı ile o yerine getirmişti. Bakan’ın, eşinin ve o sırada Dışişleri Sözcüsü sıfatını taşıyan Tel Aviv Büyükelçimiz Namık Tan’ın (onun üçüncü Umre’si imiş) tanıklığında, Osman Çangal, saçımı kesmişti.Osman Çangal, nihayet telefonuma çıktı. Kendimi tanıttıktan sonra, önce yeni görevini kutladım. Tam asıl derdimi anlatmaya girişecek, yani sadede gelecektim ki, “Abi” dedi, “Şu sırada Hava Harp Okulu’nda törendeyiz. Ben seni sonra ararım.” Telefonu kapattı. *** *** *** Uzun bir aramadan ve İstanbul’daki mesafeler tasavvur edilirse epey bir gereksiz vakit harcadıktan sonra, arabamın izini buldum. Parayı ödeyip, kurtardım. İş yerime geldim. Odama girip, bilgisayarda gezinmeye başladım. Günün haberlerini okuyordum. Birden gözüme, “Cumhurbaşkanı Gül, İstanbul’da” haber başlığı ilişti.Altında aynen şöyle yazıyordu:“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Tarabya'daki Huber Köşkü'ne gelişinde vatandaşlar tarafından sevgi gösterileriyle karşılandı. Gül, Hava Harp Okulu'ndaki mezuniyet töreninin ardından Huber Köşkü'ne giderken, Tarabya Meydanı'nda ellerinde Türk bayrakları ve çiçeklerle bekleyen bir grup vatandaş tarafından karşılandı. Makam aracından inmeyen Gül, camı açarak kendisine kırmızı güller ve karanfiller veren vatandaşları selamladı.”Bu satırları okuduğumda çıkarttığım sonuçlar şunlar:Osman Çangal, bana geri dönmedi. Ne onun, ne Cumhurbaşkanımızın, İstanbul’a geliş nedenlerinden ötürü, bana verdikleri zarardan haberleri olmadı.Cumhurbaşkanımızı, meydanda ellerinde kırmızı güller ve karanfiller ile bekleyen bir grup vatandaş arasında yer alsaydım da, şikayetimi iletecek şansım olamayacakmış; çünkü Gül, “makam aracından inmeyerek” vatandaşları selamlamış.“Makam aracından inmediği” için, şikayet iletmek bir yana, “kucaklaşmak” imkanı da olmayacakmış. Bu, benim açımdan çok önemli bir sorun değil ama Cumhurbaşkanı’nın, daha hemen görevinin başında “herkesi kucaklamak” vaadini yerine getirmediği ortaya çıkıyor.Tutarlılığı ve “imajı” açısından, kendisi için bir sorun.Bu noktayı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e “ilk eleştiri” olarak kayda geçirmeliyim.Herşeye rağmen, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla İstanbul’a ilk gelişinin benim için çok yararlı olduğunu da söylemeliyim. Çünkü:Cumhurbaşkanı ile İstanbul’daki “aynı mahalle”ye mensubiyetimin ve “komşuluk konumum”un, benim “yaşam tarzı”ma “sürekli müdahale” anlamı taşıyacağını ve “sınıf çıkarım”ın Cumhurbaşkanı ile uyuşmadığını anlamış bulundum.Bekir Coşkun gibi “O, benim Cumhurbaşkanım değil” demem gerekiyor mu, ona henüz karar veremedim.Bu sayede, “bugün ne yazacağım?” derdinden kurtuldum. Bu yazıyı yazmam mümkün oldu.","author": [{"@type": "Person", "name": "Cengiz ÇANDAR", "url": "https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/cengiz-candar/"}],"publisher": {"@type": "Organization","name":"hurriyet.com.tr","logo": {"@type": "ImageObject","url": "https://image.hurimg.com/i/hurriyet/100/0x0/590c24950f25442978242248.jpg","width": 230,"height": 60}}}