En yakın arkadaşlarımdan biriydi. Benim gibi gazeteciydi.
Birlikte çalıştık, birden fazla gazetede.
Kankaydık, bir ekiptik, birlikte güler, birlikte eğlenirdik.
Kırmızı şarap içer, saatlerce konuşur, bütün genç insanlar gibi dünyanın anlamını çözmeye çalışırdık. Tartışırdık. Herhangi bir konuyu. Saatlerce. Bundan şehvet duyardık.
* * *
Kadınlar, birlikte olacakları erkekleri değil yalnızca...
Dostluk kurmaya niyetlendikleri kadınları da seçerler.
Hayata nasıl bakıyor, kafası nasıl çalışıyor, ne kadar hoşgörülü, ne kadar yaratıcı, yeniliklere açık mı? Ne giyiyor, ne yiyor ne içiyor, nasıl yaşıyor?
Ben de yaptım.
Onu gözüme kestirdim.
Taa en başında...
Yazılarını okuduktan, fikirlerini ve kelimelerini sevdikten sonra...
Bu kadınla arkadaş olmalıyım dedim. O da benzer şeyler hissetmiş olmalı ki, olduk.
* * *
Farklı çalışan bir kafası vardı.
Felsefi konulara, soyutlamalara, iç hesaplaşmalara meraklıydı.
Annesini çok küçükken kaybetmişti. Babasıyla ilişkisi de kolay şekillenmemişti.
Tanıdığım en şahane yalnızlardan biriydi.
Ben onun hayattaki duruşunu sevdim. Güvensizliğini, korkularını, tedirginliklerini ve bütün bunları açık yüreklilikle paylaşmasını...
Her şeyi sorgulardı.
Acayip çok soru sorardı.
En çok da kendini yorardı.
* * *
Size tuhaf gelebilir ama...
Ben onun en çok alnını sevdim.
Hayatımda gördüğüm en bombeli alındı. Müthişti, müthiş.
Onun alnı kimseninkine benzemezdi. Alnına dokunur, "N’aber güzel alın?" derdim.
* * *
En büyük hayali, isteği, tutkusu, rüyası, takıntısı yazar olmaktı.
Oldu da.
İlk iki kitabını okudum, olağanüstü güzeldi.
İlki, çocuk diliyle yazılmıştı, inanılmaz içten ve sahiciydi.
Ve bir gün geldi, gazeteciliği tamamen bıraktı. Kendini toptan yazıya çiziye ve kitaplara verdi.
Biz?
Eski hayatımızı sürdürdük.
O haber, bu röportaj, TEM yolları... Önce yavaş yavaş, sonra tamamen koptuk.
Kafamdaki birinci kare yazdığı kitapla ödül alıyor, ödül törenindeyiz.
İkinci kare, çok hoş ve düzgün bir adamla evleniyor, düğündeyiz.
Sonra... Sonrasını bilmiyorum.
O benim ilk kocamı doğru dürüst tanımadı bile. İkinci kocamı hiç tanımıyor. Alya’mı da görmedi. Ben de onun hayatı nasıl şekillendi bilmiyorum.
Sadece bildiğim başka kitaplar yazdığı, mutlu olduğu ve...
Kendini dine verdiği...
* * *
Bana böyle söylediler:
"Kendini dine verdi..."
Son kitabı için teoloji çalışıyormuş, dinler tarihini inceliyormuş, artık evden pek fazla çıkmıyormuş, çok okuyormuş ve çok konsantre vaziyetteymiş...
Ne kadar tuhaf hissettiğimi anlatamam.
Onun sersem şeylerin peşinden gitmeyeceğini bilirim.
Aklına güvenirim.
Her ne yapıyorsa, bir sebebi vardır.
Ama şaşırdım, çok şaşırdım.
Sonra bir gün bana mail attı. Kedimin ölümünden sonra. Üzüldüğünü söylüyordu. Kısacık bir not. "Sevgi ve dua ile..." diye bitiyordu.
Yine kendimi tuhaf hissettim.
Bir arkadaşım ile buluştular görüştüler.
"Anlatması zor" dedi arkadaşım. "Değişmiş, o bizim bildiğimiz eski kadın gitmiş, yerine başkası gelmiş, sanki hayatı boyunca Nişantaşı’nda yaşamış biri gibi değil. Teşvikiye’de buluştuğumuz cafede oraya ait değilmiş gibi duruyordu. Yine çok hoş, çok tatlı. Ama konuşacak ortak konu bulmakta zorlandım..."
* * *
Sonra bir başka ortak arkadaşımıza rastladım.
"Nasıl?" dedim.
"İyi" dedi. "Ama farklı bir boyutta. Artık Abdi İpekçi’den geçmek istemiyor. Bu caddeyi sevmiyor. O başkaları için bir şeyler yapmanın derdinde. Hayatının amacı bu. Gerekmedikçe ayakkabı almıyor. Etek bluz almıyor. Bizim gibi değil, indirim- mindirim umrunda değil."
"Demek, her şeyden vazgeçti?"
"Öyle gibi."
"Anlıyorum" dedim, "Kapanacak mı?"
"Düşünüyor, olabilir, kapanabilir de..."
Hayat böyle tuhaf işte...
Nasıl bir yoğunlaşma, insanı bu noktaya getirebiliyor? Nasıl bir soyutlanma?
Bir araya gelsek ortak konular bulabilir miyiz acaba?