ÖNCEKİ gün İzmir’de Deniz Restoran’da Emin Çölaşan’la yemek yedik.
Emin’le zaman zaman bu tür yemekler yer, sohbet ederiz.
Bu defaki sohbetimizin niteliği farklıydı.
Hürriyet olarak Çölaşan’la el sıkışacaktık.
Tahmin edersiniz ki, benim için zor bir sohbetti.
Emin’le Hürriyet’te aşağı yukarı aynı yıllarda çalışmaya başladık.
Ben gazetenin Ankara temsilcisiydim, o da haftalık sohbetler yapıyordu.
İkimiz de aşağı yukarı aynı yıllarda günlük yazı yazmaya başladık.
Bazen aynı görüşlerde birleştik, bazen de çok farklı noktalarda yer aldık.
Son yıllarda Çölaşan’la Hürriyet arasında bazı sorunlar çıkmaya başladı.
Sonunda iş, gazetenin kurumsal kimliği ile çatışma noktasına geldi.
* * *
Hemen aklınıza şu soru gelecektir.
Acaba siyasi bir mesele mi?
Hayır kesinlikle böyle bir şey yok.
Öyle olsaydı, yazar kadromuza Yılmaz Özdil gibi Türkiye’nin en çok okunan, en muhalif seslerinden birini katmazdık.
Öyle olsaydı, Oktay Ekşi, Bekir Coşkun, Tufan Türenç, Özdemir İnce, Yalçın Doğan, Yalçın Bayer gibi güçlü muhalif yazarlar bu logo altında yazıyor olmazdı.
Çölaşan geçen 20 yıl boyunca istediği her şeyi yazdı.
Yüklü tazminatlar ödeme pahasına bunlara ses çıkarmadık.
Hürriyet bundan 5 yıl önce yeni yayın ilkelerini belirledi.
Bu ilkeler, yeni ve çağdaş bir yayıncılık anlayışının temel taşlarıydı.
Kişi hakları, hakaret, takıntı gibi konularda daha titiz bir yayıncılık sürdüreceğiz.
Bunda kesin kararlıyız.
İşte bu noktada Çölaşan’la bazı anlaşmazlıklar çıkmaya başladı.
Hepimiz o kurumsal kimliğe saygı göstermek, onun koyduğu yayın ilkelerini benimsemek zorundayız.
Peki yazarların bunu kabul etmeme hakkı yok mu?
Var elbet.
O zaman yapacağımız iş, kendimizce daha uygun gördüğümüz bir yerde mesleğimizi devam ettirmektir.
* * *
Türkiye çoğulcu bir ülke.
Bu ülkede gazete olarak sadece Hürriyet yok.
Gazetelerde muhabirlerin işine son verildiği gibi, yazarların da verilebilir.
Genel yayın yönetmenlerinin de...
* * *
Herhalde Çölaşan’la sohbetimizin nasıl bir havada geçtiğini merak ediyorsunuzdur.
Bana göre her zamanki üslup ve samimiyet içinde geçti.
Daha çok ben konuştum, o dinledi.
Sonunda yine el sıkışarak ayrıldık.
Tabii hem 22 yıllık arkadaşlık hem genel yayın yönetmenliği açısından hüzünlü bir ayrılık olduğunu söyleyebilirim.
Dün Emin Çölaşan’ın ayrılması dolayısıyla verilen tepkilere baktığımda şunu anlıyorum.
Hürriyet bu ülkenin en temel üç beş müessesesinden biri.
Şöyle yakın döneme bir göz atın.
Türkiye’nin en muhalif seslerinden biri Necati Doğru’nun Sabah Gazetesi’nde işine son verildi.
Benim hatırladığım tek satır yazı çıkmadı.
Daha geçenlerde Yılmaz Özdil, Sabah’tan ayrıldı.
Çıt yok.
Bundan iki üç yıl önce Tuncay Özkan, Akşam gazetesinden kovuldu.
Kimsenin kılı kıpırdamadı.
Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand ve daha başka kaç köşe yazarı çalıştığı gazetelerden çıkarıldı.
Birkaç arkadaşı dışında hatırlarını soran bile olmadı.
Onların her biri büyük yazardı.
O zaman...
Acaba yazdıkları gazeteler mi küçüktü...
Hürriyet’e gelince, işin rengi değişiyor.
Bir muhabirin işine son verilmesi bile olay oluyor.
"Büyük gazete" olmanın bedeli var.
Başkaları hep küçük kalmaya, kendilerini küçük görmeye devam ettikçe, biz olduğumuzdan da büyük görüneceğiz ve bu bedeli ödemeye devam edeceğiz.
* * *
Hürriyet şimdi önümüzdeki 10 yıla hazırlanıyor.
Kadrolar gençleşiyor.
Çağdaş yayın ilkeleri yerleşiyor.
Eski güçlü yazarlarının yanı sıra, yeni, genç ve güçlü muhalif sesler yükseliyor.
Kimsenin kuşkusu olmasın, biz iktidarlar karşısında en güçlü müessese, en güçlü ses olmaya devam edeceğiz.
Emin Çölaşan’a gelince...
O güçlü bir kalemdir.
Türkiye’de birçok gazete var. Mutlaka bir başka gazetede sesini duyurmaya devam edecektir.