YEDİNCİ Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in, Sabah’ta yayımlanan "Kaç senesi var bilmem ama Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir" sözlerini okurken "Bunu nasıl yorumlamalıyım" diye düşündüm.
Kendisinin, Türkiye’nin "tek yöneticisi" olduğu dönemde bunu söyleyen birisini duysaydı ne yapardı?
Demek ki "evrende (yani káinat) değişmeyen tek gerçek değişme gerçeğidir" diyenler haklıymış.
Kenan Evren’in sözleri, Türkiye’de zaman zaman birçok kişinin düştüğü hataya, eski Cumhurbaşkanı’nın da düştüğünü gösteriyor.
Bu da, en genel tanımla Türkiye’yi, Federal Almanya’ya, İspanya’ya, ABD’ye ve Rusya Federasyonu’na benzetmedeki yanlışlık.
Kenan Evren’in, "Türkiye’yi eyaletlere bölebileceğimizi düşündük" derken kastettiği "coğrafi bölgeler", bu yukarıda saydığım ülkelerdekine benzer bir otonom bölgelere-eyaletlere pek benzemiyor.
O ülkelerin, kuruluşlarının en başından itibaren olagelen yerel prensliklerin, etnik temellere dayalı bölgeleşmenin, bizim ilkokulda öğrendiğimiz "7 coğrafi bölgeli Türkiye" ile bir alakası yok çünkü.
Bugün çıkıp da "Türkiye’yi eyaletlere bölebiliriz" denilirse bunun bir tek anlamı var: Türkiye’yi, etnik bir bölünmeye tabi tutmak.
Bir Kürt bölgesi ile başlayacak ve sonra öylece sürüp gidecek bir bölünme anlamına geliyor bu.
Kenan Evren ile Abdullah Öcalan’ın dönüp dolaşıp aynı yerde buluşmalarına ise söyleyecek söz bulamıyorum.
Şunu söyleyebilirim sadece: İnsan her aklına geleni söylememeli.
Stratejimizi değiştirme zamanı geldi
ERMENİ soykırımı iddialarına karşı Türkiye’nin tezi, hepimizin bildiği gibi "konuyu tartışmayı tarihçilere bırakalım" şeklinde.
Yani, tarihçiler oturacaklar, her iki taraftaki ve üçüncü ülkelerdeki bütün belgeleri inceleyecekler ve bir karara varacaklar.
Bunun olamayacağını söylememe gerek var mı bilmiyorum.
Sorun, tarihçilerin incelemelerini tamamladıktan sonra ortaya çıkacak tabloya ne isim verileceği ki bunu yapmak herhalde onların işi olmamalı.
Çünkü ortaya çıkacak tabloyu yorumlamak, sübjektif bir sonuca varmak demek ve bu noktada herkesin kendi meşrebine göre bir tanımlama yapması kaçınılmaz.
Yani sorun yine çözülmeyecek. Bazı tarihçiler "soykırım" diyecekler, bazıları "hayır değil".
Bosna’daki etnik temizlik ile birlikte gelen soykırım iddialarını karara bağlayan Uluslararası Adalet Divanı, çözümü aslında nerede aramamız gerektiğini de gösteriyor.
Çünkü böyle bir iddianın, sübjektif yorumlarla ve dünyanın değişik yerlerindeki yerel parlamentolarca karara bağlanmasının bir anlamı yok.
Türkiye artık hazırlıklarını buna göre yapmalı ve bu konu üzerinde yoğunlaşmalı.
Hatta belki de bunun bir "müsteşarlık" şeklinde ayrıca örgütlenmiş bir düzen içinde gerçekleştirilmesi gerekecek.
Yerli ve yabancı uluslararası hukuk uzmanlarını istihdam edecek, devletin tüm bilgi ve belgelerine kolayca ulaşma yetkisi olan bir müsteşarlıktan söz ediyorum.
Bugüne kadar bu önemli konuyu tartışmayı hep kendi dışımızdaki gelişmelere ve olayların günlük akışına bıraktık.
Adalet Divanı’nın kararı da gösteriyor ki stratejimizi tümüyle değiştirmek ve olayların gelişmesini kendimiz kontrol edebilir hale gelmek zorundayız.
Hükümet, seçim rüzgárlarına kapılıp, bu işi ertelememenin yolunu bulmak zorunda!
Üniversiteler yeniden canlanırken
DÜN Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin öğrenciler için düzenlediği bir seminer için İzmir’deydim.
Gazetecilik okullarının bu tür davetlerine katılmaya özen gösteriyorum.
Genç gazeteci adaylarına tecrübelerimi anlatmayı, sorularını yanıtlamayı ve "kafalarını karıştırmayı" bir görev sayıyorum.
"Kafalarını karıştırmak" deyimini özel olarak kullandığımı belirteyim.
Yaşamda karşımıza çıkan soruların bir tek değil, birçok yanıtı olabileceğini ve her yanıtın kendi içinde doğruları olabileceğini bilebilecek yaştayım.
Üniversite öğrencileri ise doğaları gereği, kafalarında oluşan sorulara tek bir yanıt arıyorlar.
Ne yazık ki uzunca bir süredir üniversite öğrencilerini, bir tür "meslek okulu öğrencisi" gibi yetiştirmeye çalışıyoruz.
Bunda ne öğrencilerin bir kabahati var, ne de hocaların.
12 Eylül öncesi yaşadığımız sorunlar, üniversitede bilimin özgür tartışma ortamında öğretilebileceği ve üretilebileceği gerçeğini bize unutturmuştu.
Şimdi dolaştığım üniversitelerde bu özgür tartışma ortamının yavaş yavaş yeniden canlanabildiğini görmek beni mutlu ediyor.
Vakıf üniversitelerinin bu gelişmedeki paylarını teslim etmem gerek.
Dünkü toplantıdan edindiğim izlenim şu: Soru sormayı bilen, özgürce fikirlerini açıklamayı başarabilen, fikir tartışmasının seviyesini düşürmemeyi başarabilen bir gençlik var.
Bu tabloyu yaratmayı başarabilenleri huzurunuzda kutlamak istedim.