Koca bir toplumu yüzlerce yıllık tabularından, yasaklarla birikmiş pasından arındırıyordu.
Tek başınaydı.
Güzel bir gülümsemesi vardı.
Kırdı, parçaladı tabuları.
İnsanları, kıvılcımlar saçan kızıl bir yılan gibi irkilten o garip titreşimli "orgazm" sözcüğünü bu ülkenin yerleşik lügatına o ekledi.
Kadınlara bedenlerini verdi.
Nasıl yolcu etmeli bu sarı güllerle sarmalanmış sonsuzluk yolcusunu? Hayatın içinde, hayatı değiştirerek durmuş olan bu küçük kızı nasıl uğurlamalı?
Cesaretinin farkına bile varamayacak kadar cesur birini nasıl selamlamalı?
Usul bir ses ve yumuşak bir tebessümle bir toplumu köklerinden tutup sarsmış birine ne demeli?
Hepimiz biliyoruz, biraz kırdık onu.
Haksızlığa uğradı o.
Kadınlara hazzın yasaklandığı, yatak odalarının sessiz çilehanelere döndüğü, herkesin gizli bir mutsuzlukla buruştuğu, sevişmelerinden mutluluk yerine dert sağarak sakatlanmış, kendinden korkan bir toplumda bir tek o sesini yükseltti.
Kimsenin adını bile telaffuz edemediği "sevişmeyi" savundu.
Milyonlarca insan, tek bir kadının söylediği sözlerden öylesine korktu ki nerdeyse bütün toplum irkilerek bir adım geriledi.
Sonra, küçümseyici tebessümlerle geri gelip onu gizli aşağılamalarıyla kuşattılar.
O, kalabalıkların en derin, en gizli yarasından, en büyük sakatlığından söz ederken onlar "bütün bunların önemsiz olduğunu" ima eden çarpılmış bir gülümseme yerleştirdiler yüzlerine.
O ortaya çıkana kadar kadınların "sevişmeden haz alma hakkı" asla dile getirilmeyen, varlığı kabul edilmeyen bir tabuydu, sevişmeyi biraz daha zevkli bir hale getirmek isteyen kadınlar "sen orospu mu oldun" diye bizzat kocaları tarafından aşağılanırdı.
Zevk alan, şehveti özgürleşmiş bir kadının ateşiyle başa çıkamayacağından korkan erkekler bu korkuları yüzünden, kendi zevklerini iğdiş etme pahasına sevişmeyi acıklı bir çiftleşmeye çevirirlerdi.
Kadınla erkek arasında olması gereken bütünlük, hayatı yaratan o mucizevi kaynaşma, bu en mahrem noktada darbelenir, kadınla erkeğin dostluğu başlayacağı noktada öldürülürdü.
Zihinlerini ve bedenlerini dar bir sınırın içine hapsederlerdi.
Sınırsızlığa açılmak yasaktı.
Kadınla erkeğin en yakın, en içiçe olduğu yerde bir zevk ortaklığı kurulamadığından, hayat kaçınılmaz olarak ikiye parçalanırdı.
Erkekler kendi aralarında, kadınlar kendi aralarında toplanırlardı.
Erkeklerin kahvehaneleri, meyhaneleri vardı.
Her biri kadın özlemiyle yanan, bir kadın için cinayet işlemeye hazır bu erkek kalabalığı tuhaf bir biçimde kadınların kendi aralarına karışmalarını yasaklarlardı.
Bugün bile bu ülkenin birçok şehrinde, birçok kasabasında, köyünde, mahallesinde erkekler kadınların giremediği izbelerde toplanırlar.
O, böyle bir coğrafyada ortaya çıktı.
Kasıklarından yaralanmış, yarasından korkup utanan, bu yaradan sözeden herkesi aşağılamaya hazır bir ülkede.
Aşağılanmaktan korkmadı.
Hiçbir şeyden korkmadı.
Cesaretinin farkına bile varamayacak kadar cesurdu.
Doğrudan kadınlara seslendi.
Karanlık bir ormanda çalan gümüş bir flüt gibiydi sesi, kaybolanları çağırıyor, onlara yol gösteriyordu.
Kadınlara "siz kadınsınız" diyordu, "sizin bir bedeniniz var."
Bu, o ortaya çıkana kadar söylenmiş bir söz değildi.
Yüzyıllardır toplum kadını bedeninden soymuştu.
Onu, tuhaf, anlaşılmaz, soyut bir kavrama dönüştürmüştü.
Kadınların kasıkları çocuk doğurmak, memeleri sadece emzirmek içindi, oralarda zevk dolaşamaz, oralar hazla kamaşamazdı.
Sanki kutsal bir emir gelmişti, kadın doğuracak, erkeğine zevk verecek ama asla zevk almayacaktı.
Haz, "iyi kadınlara" yasaktı.
Erkekler, kadın bedeninin hazzı keşfetmesinden, bunu talep etmesinden ve bu talebi karşılayamamaktan ölesiye korkuyorlardı.
Bu öylesine bir korkuydu, bu öylesine sert bir tabuydu ki dağlarda, cephelerde, mevzilerde birbirlerini öldüren, yok eden orduları, aralarındaki bütün ırk, dil, din farkını yok ederek birleştiriyordu.
Birbirlerini öldüren yüzbinlerce kişilik orduları bir anda müttefik "erkekler topluluğu", tümüyle aynı fikri paylaşan yekpare bir bütün haline getirebilecek bir tabuydu bu.
O, bu orduların karşısında tek başına durdu.
Rüzgarda salınan bir gülibrişim gibi...
Hiç gerilemeden, hiç saldırmadan, aynı usul ve kararlı sesle konuştu.
- Siz kadınsınız, sizin bir bedeniniz var.
Bir yandan sevişmek için çılgınca bir istek, bir yandan sevişmekten delice bir korku duyarak yatak odalarında gaddar bir baskı kuran erkeklere karşı kadınları savundu.
Onlara kadınlıklarını hatırlattı.
Ancak kadınların kadın olduğu bir toplumda, erkeklerin de erkek olabileceğini hatırlatıyordu aslında.
Koca bir toplumu yüzlerce yıllık tabularından, yasaklarla birikmiş pasından arındırıyordu.
Tek başınaydı.
Güzel bir gülümsemesi vardı.
Kırdı, parçaladı tabuları.
Onları soyut bir varlık olmaktan kurtarıp, teninde hazzın parıltısını taşıyan canlılara çevirdi.
Milyonlarca insanı tek başına sırtlamış, onları mutsuzluktan mutluluğa, ölümcül bir sıkıntıdan hazza taşımaya uğraşıyordu.
Erkeklerle kadınlar arasında yatak odalarında yıkılmış köprüleri tamir etmek için çabalıyordu.
Parçalanmış bir toplumu birleştirmeye çalışıyordu.
Bu toplumun, yatak odasında sakatlandığını seziyordu o.
Sakatlandığı yerde iyileşebileceğine de...
Bunu ancak kadının gerçekleştirebileceğini, erkeğin cesaretinin buna yetmeyeceğini de biliyordu.
O küçük elleriyle, sanki çok sıradan bir iş yapar gibi, milyonlarca insanın kırılmış omurgasını düzeltiyordu.
Hiç kimsenin gerçekleştirmeyi hayal bile edemediği bir büyük değişimi gerçekleştiriyordu.
Ve, ona küçümseyerek gülümsüyorlardı.
Aşağılıyorlardı.
"Sevişmenin" önemsiz bir şey olduğunu, "kadınlarla" ilgili hiçbir sözün ciddiye alınamayacağını ima eden bir halleri vardı.
Tuhaf bir "önemlilik" ölçütü geliştirmişlerdi; erkeklerin ilgilendikleri konular önemli, kadınların ilgilendikleri önemsizdi.
Akıl önemli, duygu önemsizdi.
Erkek önemli, kadın önemsizdi.
Erkeğin bedeni önemli, kadının bedeni önemsizdi.
Yüzlerce yıl kadınları da buna inandırmışlardı.
Kadınlar da kendilerini ve duygularını önemsiz buluyorlardı.
Erkek akıllıydı, kadının aklı ermezdi.
Bunun doğru olmadığını böylesine açık bir şekilde ilk o söyledi.
Ve, kadınlar kendilerine anlatılanların doğru olamayacağından ilk kez onun yazılarını okurken kuşkulandılar.
Sadece savaşçılığıyla, kahramanlığıyla, talancılığıyla, erkekliğiyle övünen bu "asker millet", kadınlarını reddetmiş, dışlamış, kendini kadınsızlıkla sakatlamış bu garip toplum, kadın yanını onunla keşfetti.
Kızların para karşılığı evlendirildiği, kadınların "namus" için öldürüldüğü, evlere hapsedildiği, erkeğin "efendi" olduğu bu "erkek toplum" kendini topallıktan kurtaracak ilk hamleyi onunla yaptı.
Kadının bir adı, bir bedeni, bir hayatı olduğunu onunla anladı.
Kadınsız bir toplum olmanın bütün ülkeye, şehirlere, meydanlara, sokaklara, evlere yansıyan o çirkin, estetikten yoksun pasaklılığına ilk ışık damlası onunla düştü.
Bilmiyorum, ne kadar büyük bir değişimin ilk işaretini verdiğini kendisi farketti mi?
Farkettiyse, bunun tadını çıkarttı mı?
Sanırım, buna pek izin vermedik...
Kadınlar, onlara hayatlarını yeniden verdiği, erkekler kendilerine gerçek kadınlar bağışladığı için minnetlerini yeterince gösteremediler ona.
Karanlık bir ormanda çalan gümüş bir flüt gibiydi...
Kaybolanlara yollarını gösterdi.
Sakatları iyileştirdi.
Yaralarımızı sağalttı.
Ağırlığıyla çöktüğümüz prangalarımızı çözdü.
Güzel temiz bir yüzü, sıcak bir gülümsemesi, usul bir sesi, sevecen bir cesareti vardı.
Bir hayatı, herkesin hayatını değiştirecek gibi yaşadı.
Tabutunu sarı güllerle donattılar.
Kadınlar taşıdı onu.
Değişmiş bir mısra gibiydi sonsuzluğa doğru ayrılışı.
"güneş, sarı güller ve senin en güzel aksin"
Velhasıl Duygu, hayatımızın en mahrem koylarında durmakta hayalin.
Kederli bir gülümseme ve gümüş bir flüt sesiyle birlikte...
Sadece sen yoksun...