PAZAR günü yayımlanan gazetelerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ı halay çeker gibi el ele tutuşarak çektirdikleri fotoğrafta bir arada görünce gülümsedim.
Bu poz Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun ricası üzerine verilmiş. Hisarcıklıoğlu "Herkes dayanışma bekliyor" deyince üçlü bu pozu vererek salona girmiş ve ayakta alkışlanmış.
İktidar ve muhalefet partileri liderlerinin el ele tutuşarak gazetecilere poz verdiklerine daha önce hiç rastlamamıştım.
Gazetecilikte 30 yılımı da geride bıraktım, dünyanın bir başka yerinde de böyle bir olayın fotoğrafının yayınlandığını hatırlamıyorum.
Bir demokraside iktidar ve muhalefet partileri liderlerinin birbirlerinden farklı görüşlerde olmasından daha doğal bir şey yoktur.
Ama nedense bir demokrasi için en normal şey sayılması gereken bu durum, bizim ülkemizde bazı çevrelerce "ürkütücü" bulunur.
Bunun bir nedeni birçoğumuzun beyninin derinliklerinde hálá varlığını koruyan "muhalefetsiz demokrasi fikrine özlem"dir diye düşünürüm hep.
Ama en temel nedeni, bir demokrasinin en önemli özelliği sayılması gereken "uzlaşma kültürünü" yeterince özümsememiş olmamızdır.
Siyasi farklılıklar bizim ülkemizde kolayca bir kavgaya dönüşür ve bu kavga ortamının yarattığı gerilim ekonomiden tutun da insanların günlük yaşam içindeki huzurlarını bile etkileyebilir.
Ve ne yazık ki bu sorun, rica üzerine çektirilen bir fotoğrafla değiştirilemeyecek kadar derindir.
Denize küsmüş bir şehir
CUMARTESİ sabahı uzun süredir görmediğim bir arkadaşımı ziyaret etmek için Bostancı’dan Burgaz’a gittim.
Pırıl pırıl bir güneş, tatlı bir esinti ve Marmara’nın artık yeniden canlandığı söylenen suları insanı kendisine çekiyordu.
Denizin üzerinde sadece Kalamış’taki marinanın açıklarında yarış ettiklerini düşündüğüm bir avuç yelkenliden başka hiçbir deniz aracı yoktu.
Yurtdışında avuç içi kadar çamurlu göl sularında bile bundan daha fazlasına kolayca rastlayabilirdiniz.
12 milyonluk bir şehir, sanki denize tamamen küsmüş ve arkasını dönmüş gibi beton yığınlarının içinde uyukluyordu.
Bunun bir nedeni denizde bir tekne sahibi olmayı "cezalandırılması gereken bir davranış olarak gören" vergi mevzuatımız.
Küçücük teknelerin bile anlamsız vergi yükü nedeniyle kendi bayraklarını çekemediği bir ülke bizimki.
Bir diğer nedeni ise çocuklarımıza denizle bu kadar iç içe olduğumuz halde denizi, rüzgárı ve yelkenciliği öğretip, sevdirememiş olmamız.
Boğaz ve Marmara kıyısındaki bilmem kaç tane belediye, her şeye harcayacak parayı bulabiliyor ama yörelerindeki çocuklara yelken ipi tutmayı öğretecek aktivitelere yüz vermiyor.
Yacht Türkiye Dergisi’nin son sayısında gördüğüm ve tanesi 6 bin yeni liraya alınabilecek küçük yelkenlilerden onar tane alsalar ve yıl boyu yörelerindeki çocuklara yelken kursları düzenleseler binlerce çocuğumuzun yaşamlarına yepyeni ufuklar açabilirler.
Ve bu, saçma sapan toplu pikniklere harcadıkları paralardan çok daha azına, çok daha yararlı bir iş yapmak anlamına gelir.
Kanatlı röntgenciler ülkesi
ANKARA’ya gelen Norveçli voleybolcu kızlar, güneşi görünce dayanamayarak önce Gençlik Parkı’na gitmişler. Bikinili kızları gören erkekler bir anda kızların etrafını sarmış. Kimisi tanışmak istemiş, kimisi cep telefonuyla fotoğraflarını çekmiş.
Bakmışlar ki orada güneşlenemeyecekler, kalkıp Gölbaşı’na gitmişler.
Orada da meraklı bir helikopter pilotu tepelerinin üzerinde turlar atmaya başlayınca otele geri dönmek zorunda kalmışlar. Otel müdürü kızlara otelin terasında güneşlenme izni vermiş ve de kızlar Türkiye’nin güneşinden ancak otelin bilmem kaçıncı katındaki terasında yararlanabilmişler.
Her gün mayolu kızların televizyonlarda, gazetelerde serbestçe boy gösterebildiği bir turizm ülkesinde, bu tablonun nasıl bir "açlığa" karşılık geldiğini anlayabilmek mümkün değil.
Ve bu sadece spor yaptıkları için güzel vücutlara sahip olan yabancı voleybolcu kızların değil, Türkiye’nin değişik yerlerindeki her kadının sorunu.
Anastasia M. Ashman ve Jennifer Eaton Gökmen’in derledikleri ve Türkiye’ye evlilik yoluyla yerleşmiş yabancı kadınların gözlemlerini anlattıkları "Türkçe Sevmek" isimli kitabı okurken de voleybolcuların başlarına gelenleri anlatan haberi okurken olduğu gibi sinirle gülmüştüm.
40’lı yaşlarında, kendi anlatımına göre cinsel açıdan hiçbir çekiciliği olmayan ve buna dikkat etmek için de özel olarak bol pantolonlar ve bol gömlekler giyen bir kadın bilgisayar uzmanının başından geçenler Aziz Nesin öykülerine rahmet okutacak kadar komikti.
Yol sorduğu insanların bile kendisine anında "áşık olduğunu" anlatan bu hanımın yaşadıkları, kadın-erkek eşitliği konusunda az gidip uz gittiğimizi ama sadece bir arpa boyu yol alabildiğimizi gösteriyordu.
Bir helikopter pilotunun bile bilmem kaç metre yükseklikte röntgencilik yapması ise bütün bu durumların zirvesi olmalı herhalde.