BUGÜNLERDE yolunuz New York’a düşecek olursa sizlere Chalsea galerilerinden birinde sürmekte olan bir sergiyi gezmenizi önereceğim. Bu sergiyi gezerken, Orhan Pamuk ve Hırant Dink davalarıyla birlikte yeniden gündemimize giren çok eski bir tartışmayı düşünme olanağı bulacaksınız:
Eleştiri nerede başlar, nerede biter? Hakaret nedir, ne değildir? Sanatçının kendini ifade özgürlüğünün sınırları nereden geçer?
Sergiyi görme olanağı olmayanlar için anlatmaya çalışayım.
Galeride sergilenen eser Almanya Köln doğumlu ancak çok uzun yıllardır New York’ta yaşayan sanatçı Hans Haacke’nin bir "enstalasyonu".
Tavanı altı-yedi metre yüksekliğinde boş bir salon gözünüzün önüne getirin. Tavana diklemesine bir ABD bayrağı asılmış. Bayrağın ortalarından itibaren kumaşı lime lime doğranmış, bir yarısı da koparak aşağıya düşmüş. Yerdeki kumaş parçası bir çöp yığını gibi öylece duruyor, gelen geçen üzerinden geçip gitsin diye.
Salonun giriş kapısının hemen yanında Başkan Bush’un bir fotoğrafı asılı. Bush’un zeká düzeyinin düşüklüğünü vurgulayacak şekilde bilgisayarla deforme edilmiş bir fotoğraf bu.
Haacke, bu eseriyle Amerika’nın Irak’a müdahalesini protesto ediyor. O da kendi sanat anlayışı doğrultusunda böylece "Amerika’ya müdahale etmiş oluyor".
Bu Haacke’nin savaş karşıtı ilk uygulaması değil. Daha önce de Almanya’da, Prusya’nın kazandığı savaşlar anısına dikilmiş Münster’deki bir anıta da böyle "müdahale" etmişti.
Haacke bu "eserleri" nedeniyle ne Almanya’da, ne de Amerika’da kovuşturmaya uğradı. Elbette oralarda da bir düşüncenin bu şekilde ifade edilmesinden rahatsızlık duyanlar oldu. Ama kimse kimseyi savcılığa şikáyet etmedi, sanatçının hapse girmesini istemedi.
Haacke’nin düşüncesini beğenmeyenler de kendi düşüncelerini özgürce ifade edebildiler, bu düşünceleri nedeniyle de "aydın" çevrelerce aşağılanmadılar, alaylara maruz kalmadılar.
Haacke’nin bu eserini ben de çok "ilginç" bulmadım, rahatsız olduğumu bile söyleyebilirim.
Ama onun kendisini ifade etme özgürlüğüne sahip olduğuna da inanıyorum.
Bütün mesele de bir demokraside bundan ibarettir zaten: Kendin için istediğin fikir açıklama özgürlüğünü, herkes için isteyebilmek!
Töre cinayetinden ne farkı var?
HÜRRİYET’in yeni yılın ilk günündeki manşeti bence çok anlamlıydı: Kadının günümüz Türkiye’sindeki yerini ve kadına nasıl bakıldığını gösteren anlamlı bir örnek.
Haberi hatırlayacaksınız: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görevli bir memur hanım, evli bir erkekle imam nikáhlı olarak yaşıyor diye Tarım Bakanlığı’na sürülmüştü. Memura aylıktan para kesme cezası da verilmiş ve kıdemi de düşürülmüştü.
Gerekçe ise "aile birliğinin kutsallığını hiçe sayarak davranışlarıyla kurumu küçük düşürmek".
Oysa aynı durumdaki kişi bir erkek memur olsaydı kimsenin aklına böyle bir ceza vermek gelmeyecek, "herkesin özel hayatı kendine" denilecekti. Ama söz konusu olan memur kadın olunca bu durum belli ki "kurumun namusu"na dokunmuştu!
Bu tutumun "namus" gerekçesiyle "töre cinayeti işlemekten" çok da farklı olmadığını düşünüyorum.
Aynı kurumda aynı durumda erkek memurlar da var mı, bilebilmemize imkán yok. Ama bazı milletvekillerinin benzer şekilde yaşadıkları ile ilgili dedikodular bizlerin de kulağına geliyor.
Gazeteci olarak bu dedikodularla ilgilenmiyorum bile. Çünkü biliyorum ki "herkes kendi hayatını yaşar".
Yetişkin bir kadının özel hayatında nasıl davranması gerektiğine karışma hakkı da kimsenin olmamalı.
Nasrettin Hoca’nın ’dikenleri’ ve Galatasaray
GALATASARAY’ın içine düştüğü ekonomik darboğazdan çıkması için İstanbul Riva’daki arazide gerçekleştirilecek projenin Toplu Konut İdaresi (TOKİ) tarafından yürütüleceğine ilişkin haberleri okuyunca çok şaşırmıştım.
Böyle durumlarda ilk işim söz konusu kamu kuruluşu ile ilgili mevzuata bir göz atmak olur.
Kuruluş kanununa baktığımda da TOKİ’nin böyle bir projeye destek olmasının mümkün olamayacağını görmüştüm.
Çünkü TOKİ’ye kanun ile verilen görev, Riva gibi bir yerde lüks konut üretme projesiyle pek bağdaşmıyordu, görebildiğim kadarıyla.
Mevzuatla ilgili biraz daha çalışıp, görüşlerimi gazetemde yazmaya hazırlanıyordum ki TOKİ’nin bir açıklaması gazetelere yansıdı:
Açıklamada özetle TOKİ’nin söz konusu arazi ile ilgilenemeyeceği belirtiliyordu.
Bu tabloya bakınca şöyle düşünüyorum: Aslında en başından beri TOKİ’nin bu araziyle ilgili bir tasarrufta bulunamayacağı biliniyordu ama Galatasaray’ın kongre hesapları, bazı şeylerin görmezden gelinmesine neden oldu.
Zaten Riva Projesi bana biraz da Nasrettin Hoca’nın "zamanla büyüyecek dikenlere takılacak koyunların yünlerini eğirip, ip olarak satma ve borcunu ödeme projesini" çağrıştırıyor.
Galatasaray’ın hayaller peşinde koşmayı bırakıp, bir an önce gerçekçi bir plan yapması gerekiyor.
Şu andaki darboğazı aşmanın tek yolu da bence Adnan Polat’ın kongrede önerdiği çözüm: Pamuk eller cebe! Galatasaray’ı gerçekten sevenler ve şöhretlerini bu kulübe borçlu olanlar darboğazı aşmak için kulübe bağışta bulunmalılar.