Paylaş
Salonun ortasındaki kare şeklindeki masanın örtüsünün altında.
Sağ alt köşede.
Muşamba masa örtüleri yeni çıkmıştı...
Ağır muşambayı köşesinden hafifçe kaldırınca, yuvarlak metalleri görürdünüz.
“Demir para” denirdi...
Örtünün altındaki para, en fazla 100 kuruş olurdu.
Bakkaldan ekmek alınacak kadar bir para...
***
1958 yılıydı...
İzmir’in Kahramanlar semti 1453 Sokak’ta oturuyoruz.
İkinci kattaki evimizi kapıya bağlayan dar merdivenin altındayım.
Elim, sokak kapısının tokmağında... Birazdan açacağım ve cebimde sıkı sıkı tuttuğum parayla gidip istediğim şeyi alacağım.
İşte tam o sırada merdivenin üst başından annemin sesini işitiyorum:
“Ertuğrul...”
Hayatımda duyduğum ilk sesin, hem kendini, hem de sesinin bütün tonlarını tanıyorum.
Anlamış...
Biraz önce, masanın örtüsünü kaldırıp, altından 75 kuruşu aldığımı anlamış...
***
Beni yukarı çağırıyor.
Başım önümde merdivenleri çıkıyorum.
Kısa pantolonumun cebindeki elim terden ıslanmış...
“Çıkar elini bakayım” diyor...
Çıkarıyorum...
Elimde üç küçük demir parçası...
“Kendi evinden para çaldığını biliyorsun değil mi” diyor..
Ses çıkaramıyorum...
Nedenini soruyor...
Başım önümde, gözlerimi hafifçe ona kaldırıp bir çocuğun en klasik suçluluk haliyle, nedenini söylüyorum...
Elime sertçe vuruyor...
Üç yuvarlak demir yere saçılıyor...
Hayatımın ikinci hırsızlık olayı bu sahneyle kapanıyor.
***
Birincisi, ondan bir yıl önce Tepecik Pazarı’ndaydı...
Babam, bir elinde file, ötekinde sepetle eve sebze ve meyve alıyor.
Sıra portakallara gelince, ben satıcıya çaktırmadan iki portakalı alıp sepete atıyorum.
Babam, adamın parasını ödeyip pazar alışverişini yarıda kesiyor ve Melez Çayı’nın üzerindeki köprüden geçip hızla eve dönüyoruz.
Elimi tutuşundaki sertlikten, kızgın olduğunu hissediyorum.
Eve girer girmez sepeti fırlatıyor ve yanağıma bir şaplak atıyor.
Hayatı boyunca erkek çocuklarını ve torunlarını özenle koruyan babaannem müdahale etmek istiyor.
Babam, “Anne sen karışma” diyor ve hayatım boyunca unutamadığım o cümleyi haykırıyor:
“Hırsızlık yapmaya utanmıyor musun? Kendini de aileni de rezil ettin...”
***
Hayatım boyunca iki hırsızlık girişimim oldu.
Birincisini Tepecik Pazarı’nda, mütevazı aile bütçemize katkıda bulunmak amacıyla yapmıştım.
İkincisinde ise masanın altından çaldığım parayla, Çocuk Haftası dergisinin özel sayısını almak için...
Bana, hangi amaçla olursa olsun, hırsızlığın hırsızlık olduğunu canım annem ve canım babam öğrettiler..
Çok iyi öğrettiler...
Masanın başında bir kadın oturuşu
İNSAN annesinin yüzünü ilk defa hangi yaşta hatırlar...
Ben onu bu fotoğraftaki haliyle hatırlıyorum.
Yer İnciraltı...
Babamın kucağında en küçük kız kardeşim oturuyor...
Masanın karşı tarafında ise ben ve öteki kız kardeşlerim var.
Denizden çıkmışım, sırtımda beyaz bir havlu, titriyorum.
Denizden çıkan çocuklar hep titrer...
Demek ki yıl 1952 veya 53...
Annemin oturuşuna takılıyorum...
Kendinden emin dimdik oturuyor.
Tıpkı Fatma halam ve İstanbul Gaziosmanpaşa’da evinin çatısını bile kendi tamir eden Fahriye halam gibi oturuyor...
Başında o çok sevdiğim eşarbı...
Kırklı yaşlarına kadar sokağa çıkarken başından hiç eksiltmediği o harika aksesuvar..
Ama eski fotoğraflarda en çok annemin ellerine takılırım.
Her fotoğrafında özel bir Mona Lisa estetiği görürüm.
Yavrular annelerine, anneler de yavrularına hep güzel görünür...
Benim annem de öyle...
***
Oysa bu kadın oturuşunun arkasında bütün Rumeli göçmenlerinin özenle sakladığı hazin bir göç hikâyesi vardır.
1928 yılında Bulgaristan’ın Kırcali kasabasının bir köyünde doğmuş.
Altı aylıkken, doğdukları toprakları bırakıp Akhisar’a göç etmişler.
Tütüncü bir ailenin kızı olarak orada büyümüş.
Bütün Rumeli göçmeni Akhisarlı çocuklar gibi, tütün fidesi ayıklamış, tütün kırmış, tütün dizmiş...
Akşamüzerleri sığır dönüşü, sokağın başında ineklerini beklemiş, onları alıp evdeki ahıra getirmiş.
***
Hoyrat yıllarmış...
Göç sırasında nüfus cüzdanındaki bir kayıt hatası yüzünden ilkokula gidememiş..
Kız çocuğudur, önemli değil denmiş, biraz da ihmal edilmiş.
Daha çocukken masaya böyle oturmayı bilen kızlar için bu, bir bahane olamaz...
Annem her akşam okula gitme şansı olan arkadaşlarını bekleyip onlarla alfabenin başına geçmiş...
Sekiz yaşına geldiğinde okuma-yazmayı biliyormuş..
Hamdi eniştemin sandığında bulduğum “Yedi Gün” dergilerini okuyormuş...
***
İzmir’de matbaa işçisi olarak çalışan babamı, Akhisar’da aynı mahallede oturan annesi ve babasını ziyarete geldiği hafta sonlarında görmüş.
Yıllar sonra bana, “Beni babanın ailesi istemeye geldi, ama onu asıl ben istemiştim” diyecekti...
Ondan da yıllar sonra Tansu’yu ailesinden istemeye gittiklerinde de, konuşmayı babam değil, annem yapacaktı.
Erkeğinin yanında, masaya böyle oturan kadınlar böyledir....
Onlar isterler ve alırlar...
***
Önceki hafta cumartesi öğleden sonra Konak Pier’de Mezzaluna’da oturuyoruz..
Dört nesil bir aradayız..
Annem ayaklarındaki rahatsızlık yüzünden rahat yürüyemiyor.
Karşımda tekerlekli bir sandalyede oturuyor.
Saçları kısa kesilmiş... Her zamanki kestane rengi, aralarındaki beyazlarla daha da harika görünüyor.
Üzerine gül rengi ince bir yelek var..
Kulağında ise hiç eksik etmediği inci küpesi...
Her şey yerli yerinde...
Bazen mekânları karıştırıyor, sonra karıştırdığını anlıyor ve kahkahalar atmaya başlıyor...
Kendimle dalga geçmeyi annemden öğrendim...
***
Masanın öteki ucunda, ailemizin dördüncü kuşaktan üyesi Lavinya, yaldızlı ayakkabılarıyla koşuyor.
Bir gece önce, Urla gökyüzünün altında, oyuncak mikrofonun başında bize söylediği şarkıyı hatırlıyorum.
“Bu kalp seni unutur mu...”
Hayatımın en güzel konserlerinden biriydi.
Dalıp gidiyorum...
Düşünüyorum, acaba annemi bilinçli olarak ilk defa hangi haliyle hatırlıyorum...
***
Eminim, onu, fotoğrafta masanın başında oturan bu kadın olarak tanıdım...
Hatırlamadığım, ama hissettiğim başka bir şey var...
Derin bir sessizlik...
Olağanüstü bir boşluk...
Üstümde Tinkerbell’in bıraktığı yıldız tozları..
Ve ben yerçekimsiz bir boşlukta mutluluk taklaları atıyorum...
Yumuşacık, tertemiz, sessiz bir plasentanın içindeyim...
Bir gün yine döneceğim o harikulade yuvamda...
Ana rahmimde...
***
Hepimizin, hepinizin Anneler Günü kutlu olsun...
Paylaş